Gönül İsterdi Ki Hoş Olalım

 

Üzerimdeki ezelî bakışların farkında olarak yaşamaya başladığım günlerde; belki karlı bir kış mevsimi, belki durgun bir yaz sonu girmişti dünyama... Kesin olan, eve geç bir vakitte gelen babamın, cebinden bir kaset çıkarıp:

“-Ama şimdi, gecenin bu vakti dinlemeyeceksiniz.” diyerek masaya koyuşu, kabullenişimiz, ama onların uyuduğuna emin olacak kadar bir vakit sabredebilip teybin sesini iyice kısarak dinleyişim, her dakika, içimde bir tan yeri ağarmış olmasıydı.

Zamanının fennî ve dînî bütün ilimlerini öğrenmiş bir genç insanın, kendisini derinliklere doğru götürecek bir hoca arayışında, benim o yalnız, çocuk kalbimin paylaştığı pek çok sızı vardı. Bazı cümleleri, hayatımın çeşitli dönemeçlerinde bana yön verecek prensiplerim oldu.

Aradan bunca yıl geçtikten sonra bu çok değerli bant tiyatrosunda bana hiçbir tedâî bırakmayan tek cümleyi anladım bu akşam, bu durgun kış gecesi…

O zorlu ve acıklı arayış, muazzam bir buluşmayla mutlu sona ermiştir. Lâkin Hâfız Osman Bedreddin’in bir yanı mes’ûd ve sâkin iken bir yanı hırçın ve huzursuzdur. Şeytan, onu, hiç ummadığı bir noktadan vurmaktadır: Hocasının sürekli çapaklanan gözleri ve elinden düşmeyen tütün çubuğu… Biri tiksindirici, mideyi bulandırıyor; diğeri gönlü bulandırıyor; şüphe verici… Bir “gözü çapaklı, eli çubuklu” krizinin ardından bu keşâkeş getirdiği perişanlıktan yılıp, dergahtan ayrılmaya karar veriyor.

“Bazen avâmın boğucu, ham ve menfaatperest ilgisinden, şöhretin âfetlerinden korunmak için; bazen de kuyumcu gönülleri sınamak için, kendilerini birtakım hoş olmayan hâl ve davranışlarla gizlerler.” diye bildiğim için hiç analizini yapmamıştım, bu kısmın… Bu akşam, onu dimağımda bereketlendiren tecellî, aslında ne denli mühim bir hususu teğet geçtiğimi gösterdi: Talebenin, hocasını yargılaması…

O günün “Elbette, hocanın her yaptığında bir hikmet vardır.” ön kabulü ile bugünün egosu şişkin, basîreti bağlı, ham, ama mağrur insanının, “Herkes hata yapabilir, onlar da insan!..” bakışı arasında üzgün rûhum…

Herkesi hayatımızdan çıkarmaya hazır oluşumuz, herkesi yargılama hakkını kendimizde buluşumuz, vefâsızlık ve kibirden oluşan kara gözlüğümüzle nasıl da havalı, pişkin ve bir o kadar da yalnızız…

Belki insanın kendine denk gördüğü insanları yargılayıp îdam yaftasını boynuna asmasını, meselâ bir kusurunu görünce silip atıvermesini anlayabiliriz; peki, ama aslında kendisinden değerli ve üstün, en azından belli konularda ehil bulduğu hocasında kusur görüp tenkit etmesini, hatta bunu incitici olacak tarzda seslendirmesini anlamak mümkün mü? Anlamak; yani kabul etmek... Velev ki, gerçekten kusurlu olsun, talebe kendinde hocasına hocalık etme hakkını nasıl görür? Doğru ya, kaç kişi bilir, Şeyh San’a’nın hikâyesini?

Bir hıristiyan kızına âşık olup, kızın direktifleri doğrultusunda dînini bile değiştiren şeyhini, bir an bile yalnız bırakmayan bir talebe, onun tekrar hidâyetine vesîle olur vefâsıyla. “Dost başa, düşman ayağa bakar.” demiş atalarımız. “Dost, kusur görmez.” demek bu… Baş, yüz bütün vücudu temsil eder çünkü... Hoca ile talebe arasında da böylesi bir dostluk edebi bulunurmuş eskilerde, cânım eskilerde…

Kaldı ki “Düşenin elinden tutmak” dediğimiz dostluğun “vefâ” vasfı da hoca ile talebe arasında muhteşem hikâyelere kaynaklık etmiş o zamanlar, cânım zamanlar.

Fakat ben şimdi bundan bahsetmiyorum. Bilinçli olarak bırakılmış, oluşturulmuş lekelere aldanıp, ayağı kaymaktır “gözü çapaklı, eli çubuklu” krizi. Zâhire takılıp özden mahrum kalmaktır.

Bir de buna mâruz kalmak var. Kıdemli-kıdemsiz bütün öğreticilerin en büyük imtihanlarından biri, bazı nâdân ve câhil talebelerin hocalarını yadırgayan söz ve davranışları oluyor. Eskiden böylesi insanlara durumu izah için, açık ve gizli çeşitli işâretler verirdim. Yaşlandım mı, yoruldum mu, yıldım mı, yoksa ayağım mı kaydı bilmem, şimdilerde esefle gülüp geçiyorum. “Kendi düşen ağlamaz.” mı oysa?..

“Kerîmlerle yapılan her iş kolay olur, Hâfız!” diyen Hâfız Mustafa Efendi’ye kulak vererek, kerîmlere kaçıp sığınıyor münkesir kalbim...

“Haksızlık etmeden doğan güneşe, bütün aydınlıkları içine süzebilmek…”

Bir ceylan hikâyesi vardı. Avcıların korkusu olmadan yaşamayı hayal eden yavru ceylana, babası ne diyerek şaşırtıyordu bizi, hatırlamıyorum:

“-Çalılar olmasa, ceylanlar göbeklerindeki kan pıhtısından nasıl kurtulacaklar?” mı diyordu?

“Rahman’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler, onlara lâf attığında (incitmeksizin) «selâm» der, geçerler.” (el-Furkan, 63)

Selâm kardeşlik… Selâmet sana, şu içinde bulunduğun kötü hâlden! Selâm kardeşlik, sen yoluna ben yoluma! Gönül isterdi ki, hoş olalım…

İki cevap, bazen onu diyoruz, bazen öbürünü… Murâd odur ki, doğru yer ve zamanda en doğru cevâbı vermiş olalım.

Osman Bedreddin’e ne olduğunu merak ediyorsunuz değil mi?

Hocasının huzuruna dergâhtan ayrılma kararını bildirmek üzere çıktığında, hocası, o daha hiçbir şey söylemeden:

“-Git, nereye istersen git!” der; kırgın bir ses, yüzünden çevrilmiş bir yüzle, “Gönül isterdi ki hoş olalım…”

Osman Bedreddin Hazretlerinin hocası gibi, git deyişimiz îkaz olsun, intibah olsun, uyandırsın, kendine getirsin, olgunlaştırsın, kemâlâtı netice versin… Âmin.

Osman Bedreddin, tabiî ki gitmez, halvete çekilen hocasının kapısında, bin pişman, gözyaşı döker. Ve nihâyet hocası, affeder onu…

Bazen itmek, büyük bir cezbeyi getiriyor peşinden…

Halvetteyim dostlarım, gözüm çapaklı, elim çubuklu…

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle