Dindarım Lüks Yaşarım!

Konda’nın Milliyet’te yayınlanan “dindarlık” araştırmasının sonuçları, pek çoğunuz gibi, bana da bir hayli ilginç geldi.

İlginç olan, bunca baskı ve şiddete rağmen başını örten kadınların oranında meydana gelen dört misli artış değil; -Milliyet’in tanımlamasıyla- kendini “sofu” (% 9.7), “dindar” (% 52.8) ve “inançlı” (% 34.3) görenlerin toplamının yüzde 96.8’e ulaşması.

Ben doğrusu bu kadar dindar bir toplum olduğumuzu bilmiyordum.

Yine de kafalar biraz karışık: Meselâ aynı araştırmaya göre, “Kendisini «inançlı» sayanların yüzde 54’ü, «dindar» sayanların yüzde 17.2’si, «sofu» sayanların ise yüzde 13.2’si örtünmüyor.”

Ayrıca, en düzenli yapılan ibadet oruç (nüfusumuzun % 75.2’si oruç tutuyor), düzenli duâ edenlerin oranı yüzde 75.2, düzenli olarak Cuma namazı kılanlar yüzde 56.1…

Güzel. Ama hepsi bu kadar değil. Araştırmanın altını çizdiği başka bir gerçek var: “Deneklerin eğitim düzeyi arttıkça «sofuluk» ve «dindarlık» tanımı, yerini «inançlı» tanımına bırakıyor.”

Bence enine-boyuna tartışmamız gereken en önemli tesbit, gelir düzeyi arttıkça dindarlığın azalması... Konda şöyle diyor: “Gelir düzeyi arttıkça «dindarlık yoğunluğu» azalıyor.”

Sanırım bu konuda bir hayli tecrübemiz ve gözlemimiz de var. Çünkü her şey, yıllardır gözlerimizin önünde cereyan ediyor.

Hayatım boyunca, yükselen mevkî, ya da artan servet sebebiyle nice sarıkların, şalvarların çıktığını, cübbelerin rafa kalktığını, nice sakalların, bıyıkların kesildiğini gördüm.

“Daha modern görünmek” uğruna nice çarşafların, pardösülerin çıktığını, giyim-kuşamın daha önce savunulan kriterlere değil de, eş durumu sebebiyle değişen şartlara göre ayarlandığına, hatta bazılarında “tesettür”ün lâftan ibaret kaldığına şahit oldum.

Bu değişimi sorgulamıyorum, yargılıyorum. Sadece öncesinden tanıdığımız, “takva” görüntüsünü takdir ettiğimiz insanların, gözlerimizin önünde alabora oluşlarını izlemekten yorulduğumu ise asla saklamıyorum.

Yüreğimdekini açıkça ifade etmem gerekirse, biz, “dindar kesim” fakirlik dönemimizde yadırgayıp yargıladığımız “dünyevîleşme” sürecine girdik. Çoğumuz “moda” tutkunu olduk. “Farklı” görünme hastalığı, bizim de ruhumuzu avuçladı. Cebimiz para gördükçe zarûrî olmayan ihtiyaçları “zarûrî ihtiyaç” saymaya başladık. “Gösteri” ve “gösteriş”e kapıldık…

Bu beni hem rahatsız ediyor, hem de korkutuyor.

Hocalarına ve devlet ileri gelenlerine bir iftar veren Fatih Sultan Mehmed’i, Bizans imparatorlarından kalan altın yemek takımlarını sofraya koyduğu için azarlayan hocası Molla Gürânî’yi şimdi daha iyi anlıyorum.

İftarı geciktiren hocasına, genç Padişah: “Buyurunuz iftar ediniz Hocam, merak etmeyiniz, soframızda haram lokma bulunmaz.” deyince, Gürânî Hoca, hışımla öğrencisine dönerek şöyle kükremişti: “Ümmete haram olan, Mehmed’e ne zaman helâl kılındı!.. Senin idârende yaşayan ahâli (halk) da böyle altın sofralarda, altın taslar içinde sunulan çorbalarla mı iftar açıyor. Nedir bu gösteri ve gösteriş merakı? Sen kime benzemeye çalışıyorsun? Bizans imparatorlarına benzemeye çalışıyorsan bil ki, onları bu gösteri ve gösteriş mahvetti.”

Bu îkaz üzerine altın siniler, taslar, tabaklar kaldırılmış, Molla Gürânî ve diğerleri, ancak ondan sonra iftar açmıştı.

Yani biz eskiden böyle değildik. Lüksümüz, tantanamız, gösteriş tutkumuz yoktu. İnançlarımızı servetimize-şöhretimize göre değil, indirildiği gibi yaşamaya çalışırdık. Yürek pusulamız kıbleden şaşmaz, kendimizi “moda” akımlara göre ayarlamazdık.

Çoktandır durumlar farklı! Dindarlığımızın sınırlarını servetimiz-şöhretimiz, mevkî ve makamımız belirliyor. Paramız nispetinde saçıp savurmayı “meşrû” sayıyoruz. Arada birkaç fakire, ya da öğrenciye yardım ederek vicdanımızı rahatlatıyoruz. “Ben yardımsever Müslümanım.” diyoruz kendimize ve çevremize.

Âh neler gördü bu gözler neler! Fakir bir âileyi bir yıl rahatça geçindirebilecek miktarda bir parayı, âilenin akşam yemeğine yemek parası ve bahşiş olarak ödeyen “dindar Müslümanlar” gördüm…

Paris’teki en lüks mağazadan aldığı bir takım elbiseye, beş öğrenciyi, bir yıl süreyle üniversitede rahatça okutabilecek bir meblâğı gözünü kırpmadan ödeyenler gördüm.

Hafta sonu Dubai’ye gidip yedi yıldızlı otelde keyfettikten sonra, “Zengin Müslümanlara buralar helâldir, fakir Müslümanlara haram.” diye fetva verenleri gördüm…

Oğlunun sünnet düğününü masallarda yaşayan peri padişahının oğlunun sünnet düğününe döndürenler gördüm.

Bu ne hâl! Müslümanlık gibi “Müslüman” olamayınca, galiba yaşantımıza uygun bir “İslâm” icat ettik!

İçinde lüks var, ihtişam var, gurur var, gösteriş var, israf var. Kırmızı pabuçlar dâhil, “Dünyevîleşme” adına her şey var da, yalnızca İslâm’ın özü eksik. (www.habervaktim.com)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle