Bu Gençlik Sevgiye Muhtaç

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- annemizden gelen bir rivâyet şöyledir:

“Çölde yaşayan bedevîlerden bir grup Rasûlullah Efendimiz’in huzuruna geldiler ve:

“-Siz çocuklarınızı öpüyor musunuz?” diye sordular. Efendimiz;

“-Evet.” deyince, onlar:

“-Fakat biz, Allâh’a yemin ederiz ki, onları öpmüyoruz.” dediler. Bunun üzerine Efendimiz:

“-Allah sizin kalplerinizden merhamet duygusunu çıkarıp almışsa, ben ne yapabilirim ki!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fezâil, 164)

* * *

“Kâinat bir sevgi uğruna yaratıldı” cümlesi, her birimiz için derin mânâlar ifâde eder. Rabbimizin, Efendimize “Habîbullah” sıfatını vermesi de varlığın özünün sevgi ve muhabbetten olduğunu gösterir. Habîbullah, “Allâh’ın Sevgilisi” demek. “Hubb” kelimesi ve aynı kökten gelen birçok kelime, Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif âyetlerinde geçmektedir. Bazı âyetlerde “sevmek” ifâdesi, “itaat” kelimesi ile yan yana kullanılmış, Allâh’ı sevmenin, Rasûllullâh’ı sevmekten ve O’na itaat etmekten geçtiği beyan edilmiştir.

Sevgi, canlı ve cansız her varlığın hayatta kalması için lâzım olan bir unsurdur. Âile içinde sevgi, toplum hayatında sevgi, âdeta bir varlık meselesidir. Mânen var olmanın şartıdır.

İslâm, birbirimizi sevmeyi emreder. Îmânın mûteber sayılması için mü’minlerin birbirini sevmesini şart koşar. Mâide Sûresi, 54. âyet-i kerîmede mü’minlerin özellikleri sayılırken, “…Onlar, kendi aralarında şefkat ve merhametli, kâfirlere karşı ise izzetlidirler…” ifâdesi kullanılır. Dolayısıyla kardeş olmanın ilk şartı, kalpteki kini, nefreti bir kenara bırakıp herkesin birbirini sadece Allah rızâsı için sevmesidir.

Toplum hayatında var olan birtakım aksaklıklar ve eksikliklerin temeline inildiği zaman “îman ve sevgi açığı” görülür. Bu sevgi kıtlığı, özellikle çocuklar üzerinde telâfisi imkânsız yaralar açmakta, körpe dimağların şahsiyet oluşumuna menfî tesirleri olmaktadır.

Burada bütün fertlere vazife düşmekle beraber, şefkat ve merhametin timsali biz annelere herkesten daha çok vazife düşmektedir.

Yavrularımızın dünyalık ihtiyaçlarını gidermedeki hassasiyetimiz kadar onların sevgi açlığını giderecek gayreti sergileyebiliyor muyuz?

Doğru zeminde, doğru teşhislerle onların âhiretini kurtaracak şefkat iklimini yaşatabiliyor muyuz?

Toplum hayatının bir gerçeği olan, istismâra uğrayan çocuklardan, işçi olarak çalıştırılan çocuklara kadar, okullarda başıboş bırakılan yavrularımızdan, sokaklarda heder olan genç nesle kadar hepsi bizim neslimiz, bizim yavrularımız, bizim çocuklarımız...

Onları dünyaya getirirken yaşadığımız heyecan ve hassasiyet, bir ömür devam etmeli ve o yavrularımıza dışarıdan tesir eden her türlü olumsuzluğa kendimizi siper etmeliyiz.

Henüz iyiyi-kötüden ayıramayacak veya çocukluk duyguları ile hareket edip birtakım yanlış tavırlar içine girebilecek yaştaki yavrularımıza iyi bir rehber olmalı, sağlam karakterli insanlar olarak yetişmelerine emek vermeliyiz.

Özellikle belli bir hizmet muhitinde gönüllü vazife alan hanım kardeşlerimiz, kendi yavrularını unutmamalıdırlar. Eğitim kurumlarında, hizmet müesseselerinde kendi yavrularımız gibi sevdiğimiz çocukları yetiştirirken, evimizdeki yavrumuzun duygu dünyasına uzak kalmak, onlarla aramızda uçurumlar oluşturmak, bir anne ve baba olarak en büyük hatamız olur.

Bu sevgi açığını yaşamanın ne denli acı ve büyük bir felâket olduğunu, yetişen yeni nesle bakarak anlayabiliriz.

Her gün medyada eksik olmayan acı haberlerden, toplumun psikolojisinin gitgide bozulduğu tezlerine varıncaya kadar, ilgisiz ve sevgisiz kalan neslin geldiği noktayı görmekteyiz.

“Bu zamanın gençliği!” diye başlayan şikâyetlerimize bakalım; bencil, toplumdan uzak, tahammülsüz, acımasız, merhametsiz diye sıralayabileceğimiz gençlik, kimin çocuklarından meydana geldi?!

Bütün bunların temelinde yatan ana sebep; sevgisizlik…

Bu gençlik, çok acımasızlaştı. Annesini öldüren, babasına kurşun yağdıran, kardeşini katleden bir gençlik var önümüzde…

“Hürriyet” adına her türlü hayatı normal gören, yaşamanın tadını almak adına her türlü gayr-i meşrû yola girebilen bir gençlik var önümüzde.

Ülkemizde on altı milyon ilköğretim ve lise öğrencisi var. Sayıca dünyanın birçok ülkesinin toplam nüfusundan fazla…

Başta anne ve babalar, öğretmenler, hocalar, gençliğin bu hâlde olmasında her birimizin derece derece vebâli var.

Bizler, üç-beş insana ulaşıp bir şeyler anlattığımız zaman, ülkeyi kurtardığımızı sanıyoruz. Tebliğ vazifemizi yaptığımızı düşünüp, vicdânen rahatlıyoruz. Hâlbuki iş öyle değil!.. Geride devâsâ bir kitle var ve bu kitle, yanlış yollarda ve yanlış yerdeler. Ve bu kitle, kendisine acımadığı gibi, kendisini sevenlere de acımaz hâlde…

Bu neslin kalbinde yetişen goncaların yabancı ellerde heder olmasını engellemek için daha çok gayret etmeli, yüreğimizin ufkunu genişletmeliyiz. Sahilde ölmeye terk edilmiş binlerce denizyıldızına ulaşmaya çalışmalı ve bizim için ufak bir gayret demek olan denizyıldızını alıp denize atmanın, onlar için ölüm-kalım meselesi olduğunu görmeliyiz.

Mevlânâ Hazretleri’nin şu hikâyesi ne kadar ibret vericidir:

Atına binmiş gitmekte olan bir bey, uyumakta olan adamın ağzından içeri bir yılanın girdiğini gördü. Yetişip müdahale etmek istediyse de başarılı olamadı. Yılan uyuyan adamın ağzından içeri kaçtı. Akıllı biri olan bey, uyuyan adama birkaç topuz darbesi vurdu. Adamı yakınlarda bulunan elma ağaçlarının altına kadar kovaladı. Ağaçların altında çürük elmalar vardı. Bey, çürük elmaları yemesi için adama baskı yaptı.

Zorla çürük elmaları yiyen adam, bir yandan da:

“-Yâhu, ben sana ne yaptım? Zulmünün sebebi nedir? Canıma kastın varsa, vur öldür, ama işkence yapma!” diye söyleniyordu. Bey:

“-Bunları yedikten sonra koşmaya başlayacaksın.” dedi.

Uykusuzluğun ve yorgunluğun üzerine, karnı tıka basa çürük elmalarla dolan adam, yakıcı güneşin altında beye lânetler okuyarak koşuyordu. Sonunda adamın midesi bulandı, safrası kabardı. Kusmaya başladı. Bütün yediklerini çıkardı. Çıkardıkları arasında kocaman siyah yılanı görünce, beyin kendisine niçin böyle davrandığını anladı. Yaptığı bedduâlardan pişman oldu. Beyden özür diledi. Bilgisizliğini bağışlamasını istedi.

“-Niçin yaptığınızı söyleseydiniz size hakaret etmezdim!” dedi. Bey:

“-Midene yılan girdiğini söyleseydim, ne elma yemeye, ne koşmaya, ne de kusmaya gücün kalırdı. Korkudan ölürdün.” dedi.

Yılandan kurtulan adam, beye duâlar ederek yanından ayrıldı.

Gençliğimizin içine kaçan yılanı çıkaracak “hakikî bey”lere ihtiyaç var!.. Vesselâm…

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle