Fazilet Sahibi

“Fazilet sahibi olanların değerini,

ancak fazilet sahibi olanlar bilir.”

 

Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:

“Ben Hakk’ın eliyle cilaladığı bir aynayım. Bana bakan, olduğu gibi kendini görür.”

Gerçekten Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatına baktığımızda da bu hakikatin tezâhürlerini görmek mümkün, günümüzde de… Peygamber Efendimiz ile aynı devirde yaşayan insanlardan bir kısmı, Peygamber Efendimizin şahsında kendi sadâkat, fazilet, adâlet, hilm, cesâret ve türlü faziletleri müşâhede ettiler ve kendilerini, ona pervâne olmaya mecbur hissettiler. Kimileri de bu Hakk’ın aynasında kendi kirli, mülevves nefislerini, taşkınlık ve günahlarını seyrettiler de O İki Cihan Güneşi’ne dil uzatmaya kalktılar.

Arkadaşlarla gittiğimiz, halka açık bir mekânın hanımlara ait kafesinde rastlamıştık kendisine… Yanımıza gelip bizden yiyecek bir şeyler istedi, “Evden acele çıktım.” diyordu. İçinde gizlediği zifiri kasvetli koyu bir karanlığı henüz sezememiştik. Kendisinin emekli öğretmen olduğunu söylüyor, insanlarla haşır neşir olmaya çalışıyor, herkese sağlıklı beslenme ve diyetlerle ilgili uzun uzun nasihatler veriyordu.

Yanımıza tekrar gelerek bize de aynı şeyleri anlatmaya başladı.. Biz de kendisine tasavvuftaki “riyazat”tan, “kıllet-i taam”dan, yani “az yemek”ten bahsederken söz, döndü dolaştı Peygamber Efendimiz ve ashâbına geldi. Ona, asr-ı saadette İskenderiyye’den gelen doktorun kendisine müracaat eden hasta bulunmadığından şikâyet ettiğini, Peygamberimizin de bunun sebebi olarak “ashâbının az yemek yediği için hasta olmadığını” söylemiştim ki, muhatabım bir anda feveran etmeye başladı:

“-Onlar mağaradan geldi ve mağarada gitti. Bizim onlardan alacak hiç bir şeyimiz yok!.. Biz teknoloji çağındayız…” vs.

O medenî, hanımefendi kadın gitmiş, yerine kaba saba, içinin karanlığını diline yansıtan başka bir varlık meydana çıkıvermişti. Bu kadar çabuk renk değiştirmesine hayret etmiştim. Burada ifade etmeye bile cür’et edemeyeceğim cümlelerle Peygamberimiz ve ashâbı hakkında ileri geri konuşmaya başladı.

Ben, alttan almaya, meselenin büyümemesine, onun daha büyük gaflar yapmamasına çalıştığım hâlde o, alabildiğine çam devirmeye devam ediyordu:

“-İşte böyle şeylerle uyutuluyorsunuz, kandırılıyorsunuz... Neyse ki ben çok akıllıyım, böyle şeylere kanmıyorum... Benim yanıma da biri yaklaşıp böyle şeyler anlatsa ya… Akıllı olduğumdan yanıma bile yanaşamıyorlar.” diyordu.

Kendisine:

“-Bizi kimsenin kandırdığı yok!.. Ayrıca Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den alacak çok şeyimiz var.” diye cevap verdim. Fakat hızını alamadı, yanımızdan ayrıldı, başka bir masadaki arkadaşını da kendisine destek olması için çağırdı. Mevlânâ’nın “Her kuş, cinsine doğru uçar.” buyurduğu gibi, o da kendi dilini konuşan birisini tutup getirdi.

 Artık onları susturabilene aşk olsun. Karşılıklı atışma şeklinde konuşuyorlar, bu sefer de adavet dolu gıybet ve iftira oklarını, ülkemizde hizmet eden mânevî şahsiyetlere savurmaya başlıyorlardı. İşin rengi değişmiş, artık kavgaya dönüşmeye başlamıştı.

Biraz önce, yanımızdan bir iş için ayrılmış olan arkadaşlarım da geri geldiğinde onlar masalarına dönmüştü. Olup biteni kendilerine özetlediğimizde birisi dayanamadı ve:

“-Şu kadını bana göster de gidip haddini bildireyim. İçimizdeki en mülâyime çatmış da ucuz kurtulmuş. Bunlara anlayacağı dilden konuşmak lâzım!.. O kimmiş ki, Peygamber Efendimize dil uzatsın!..” dedi.

Ben, onu biraz sâkinleştirdim ve:

“-Bazı cehâletler, üniversite bitirmekle tükenmez. Bu insanlar, basireti kapanmış, vicdanı körelmiş insanlar… Ne anlatırsan, nasıl anlatırsan anlat; kulakları yok ki, dinlesinler. Gözleri yok ki, hakikati görsünler. Kur’ân bize, böyle câhillerle kıyasıya tartışmaya girmeyi yasaklıyor. Eğer onlarla tartışmayı daha fazla uzatırsak bilgisizce Allâh’a ve Rasûlü’ne daha fazla dil uzatırlar. Küfür, inkâr ve isyanlarının şiddetlenmesine vesile olduğumuz için bundan da mes’ûl oluruz diye korkuyorum.” dedim.

Onu bu sözlerle teskin ettim, ama olan biten benim duygu ve düşüncelerimi de alt üst etmişti. Baş ağrısıyla eve döndüm. Bir yandan da içimden şöyle geçiriyordum:

“-Canım Efendim, affet beni… Seni gerektiği gibi savunamadım, baykuş gibi uğursuz kişilere karşı… Ne olur affet beni...”

Biraz tesellî bulmak için rastgele bir Mesnevî cildini aldım ve “Pîrimle dertleşeyim.” dedim. Tefe’ül yaptım. Kendi “aklını” göklere çıkarırken, Peygamber Efendimizi sevdiğimiz için bizlere “ahmak” diyen o kadına en güzel cevabı Hazret-i Mevlânâ veriyordu. Açtığım sayfadaki beyitler beni hayretler içinde bıraktı. Çünkü şöyleydi:

“Köpeklerle şu kemik yüzünden boğuşmaktasın; içi boş ney gibi inlemektesin. Bize aşağılayıcı biçimde gevşek gevşek bakma da senin damarlarındakini söylemeyeyim. Aklını bizden fazla mı gördün? Gâfil kurt gibi bize saldırma!.. Hey, senin aklının utancındansa akılsız olmak daha iyi! Aklın madem, halkın bağıdır; o akıl değildir, yılan ve akreptir o... Senin zulmünün ve hilenin hasmı, Allah olsun. Senin üstünlüğün ve aklın bizden eksik olsun. Sen hem yılansın, hem büyücü… Bu ne şaşırtıcı! Yılan avcısı ve zehirli yılansın. Karga kendi çirkinliğini bilseydi, dert ve üzüntüden kar gibi erirdi.”

Daha neler, neler… Taaccüp ve hayretler içinde kalıyorum. Ne demiş büyükler:

Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi

Ebr-i nisandan ef'i sem, sadef dürdane kapar.

Yani Nisan yağmurları, rahmet gibi yağarken bütün canlı varlıklar ağızlarını açar ve o bereketten faydalanmak isterlermiş. Sadef aldığı o bir damla nisan yağmurunu inciye çevirir, yılan ise zehir kesesini ağzına kadar zehirle doldururmuş bu damlalardan... Tıpkı Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- için yakılan ateşe karınca su taşırken, yılan ise ateş daha da güçlensin diye üflemesi gibi...

Yine Mevlânâ Hazretleri buyuruyor:

“Ay, ışık saçar; köpek havlar, herkes tabiatına göre davranır. Köpeklerin havlamaları ayı hiç yolundan döndürür mü? Köpek hastalık narasını artırırsa, ayın bundan ne ziyanı olur ki… Âb-ı hayattan hüsn-i Mutlak’tan bîhaber mânevî hastalıkların girdabında, kibir ve gaflet bataklığın da gittikçe cürûfa saplanmayı insan nasıl talih ve akıl görebilir?! Nefsinin dizginlerini eline almadığı gibi bir de onun tahakkümü altında kuşatılıp esir olunursa, nefis de o kimseye nereden geldiğini ve nereye gideceğini unutturur; Nemrutluk ve firavunluk kapılarını açar.”

Bizlere hem Ebû Cehil olma, hem de Hazret-i Ebubekir -radıyallâhu anh- olma kabiliyeti verilmiştir. İnsan bu iki istidat arasında hayatı boyunca tercihler yapar. İnsan bu tercihleri sonunda eğer kötülüğü seçmiş ve ona aklını, fikrini, gönlünü, ruhunu, vicdanını esir etmişse artık körlerden daha kör, sağırlardan daha sağır hâle dönüşür. Mevlânâ Hazretleri, bu gibi insanlar hakkında da şöyle buyurmaktadır:

“Cenâb-ı Hak, «Kötü huylu yarasanın gözünü benzersiz güneşe kapattım Ben!..» buyurdu. Aşağı ve eksik yarasanın bakışlarından o güneş de gizlidir, yıldızları da…”

“Aklından kaçan akıl, akıllılıktan hayvanlar mertebesine intikal eder.”

Allâh’ı bilmedikten sonra neyi bilirsen bil!.. Habibullâh’ı- tanımadıktan sonra kimi tanırsan tanı!.. Kâbe’yi bulamadıktan sonra neyi bulursan bul... Allah ve Peygamber sevgisini kalbinin merkezine oturtamadıysan, dünyadaki en lüks villada otur… Sana hiçbir faydası olmaz. Böyle bir durumda bilgin, okuman, mevki ve makamın, servet ve iktidarın arttıkça egon ve kibrin artar. Kimse kaybettirmez, senin kendine kaybettirdiğini… Yûnus Emremizin dediği gibi, bütün bu elde edilenler, “ha bir kuru emektir”!.. Bir sabun köpüğü gibi, şişer durur ama üfleyince kaybolup gider.

Dünyanın bütün bu ihtişam ve saltanatı, ölümün gerçek yüzüyle karşılaşınca hayal olup gider. İnsan rüyadan uyanır, fakat artık her şey geçmiştir. Mühim olan o “hakikatler hakikati” ile karşılaşmadan önce bu dünyanın hakikatini görmektir.

Allah dostlarından Nişaburlu Fâtıma, şöyle buyurmuştur:

“Allah bir insana rahmeti ile bakmazsa, o kişi şehirde gayesiz bir şekilde dolaşır ve herkes ile çene çalar. Allah, bir insana rahmeti ile baktığında ise, onun sadece gerçekler hakkında konuşmasına izin verir ve onu kendisine karşı takvâ sahibi ve ihlâslı (samimi) kılar.”

Ey rahmeti sonsuz, kudreti büyük Rabbim!.. Biz kullarını gaflet, isyan ve nisyandan kurtar. Bizi, râzı olacağın hayırlı amellere yönelt. İçimizi ve dışımızı aydınlat. Senin yoluna güleryüz ve tatlı diller çağıran, sâlih ve sâliha kulların arasına bizleri de dâhil et. İnsanımızın kararan kalbini aydınlat, katılaşan yüreklerini yumuşat. Bize basîret ve firâset nasip et. Bizi, Sana ulaştıracak sevgilere ulaştır. Habibi’nin sevgisini, en güzel rızkımız eyle!.. Rasûlü’ne, âline, ehl-i beytine ve cümle ashâbına mahlûkâtın nefeslerince salât ü selâm gönderiyoruz, Sen kendilerine vâsıl eyle. Âmin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle