Düğün Mü, Gösteriş Mi?

Bahar ve yaz ayları, düğün mevsimi gibi... Hava açık, ister içeride, ister dışarıda misafir ağırlamaya, gelip gitmeye uygun… Düğün yapacak ailelerde koşuşturma, gelin ve damat adaylarında tatlı bir telaş var yurdun her tarafında... Allah, bütün düğün yapacak kardeşlerimizin yâr ve yardımcısı olsun.

Zaman geçtikçe ya da hayat standartlarımız, sahip olduğumuz sosyal çevre değişip genişledikçe toplum olarak bir değişim ve dönüşüm geçirdiğimiz, hemen herkesin dilinde... Makaleler, köşe yazıları, radyo-televizyon programları, akıl verenler, yol gösterenler, ahkâm kesenler... Her biri mevcut, yaşadığımız dünyada... Değişim dönüşüm dedik ya, kimi âdet, gelenek veya uygulamalarımız da bu değişim ve dönüşümün çarkına kapıldı gidiyor.

Bu satırların yazarı bir sosyolog veya bir toplum mühendisi değil, ama şu doğru bir tespit olsa gerek: Küçüklüğünde bizim gösterdiğimiz yoldan giden çocuklarımız, şimdi bize rehberlik ediyor, hattâ kimileri bunu da gerekli görmeyip “kararlarına saygı” bekliyor. Fakat belki onun bazı kararları âilesinin, akraba, eş dost çevresinin, içinde yaşadığı toplumun değerleriyle denklik göstermiyor, hattâ aykırı duruyor. Olsun, neticede bu bir şeyi değiştirmiyor. Yine onun dedikleri oluyor.

Yaz yaklaşıyor, düğün sezonu da açıldı demiştik ya... Kimi düğünlere çekinerek gider olduk. Bir yerde dâvete icâbet etmek lâzım… Dinimiz, dâvete icâbeti bazen tavsiye, bazense emir buyurmuş. Ama maalesef kimi düğünlere âilecek katılmaktan ictinâb eder olduk. Kimi düğünlerde tanıdıklarımızı görünce kıyafeti, makyajı, on metreden bizi saran parfüm kokusu, başımızı döndürür oldu. Şaşırdık, tanıdığımız (!) bu insanın “düğün hâli”ni görünce...

Anadolu’nun her yöresinin kendine has düğün âdet ve gelenekleri vardır. Kimi gençler âdetleri uygulamak istemez, ama değerlerine de ters düşmeyen bir düğün organizasyonu yapar. Fakat bazıları, bilhassa büyükşehir görmüş, mürekkep yalamış çiftlerimiz anne-babalara çok da söz söyleme fırsatı tanımadan el ele verip “modern” düğünler düzenliyorlar. Bu modernite merakının maddî-mânevî faturaları âileye çıkıyor. Bir defa eğlenceli, kadın-erkek karışık, belki alkol servisi de bulunan düğünleri, hamdolsun halkımız büyük ekseriyetle hâlâ tasvip etmiyor. Ama böyle düğünlere de gidiyor, belki kendince gitmek zorunda kalıyor. Onun da sebepleri var.

Biraz “Gitmezsek elâlem ne der!” kaygısı, biraz “Bize uygun değil, ama düğünde bulunup hediyelerini takdim edelim.” anlayışı, biraz merak... gibi sâikler, halkımızı bu tür düğünlere çekiyor. Bir tarafta da eğlenceli ya da ihtilâtlı (kadın-erkek karışık) düğün sahiplerinin tavrını ortaya koyan misafirleri var. Onlar da:

“-Kardeşim, biz düğünde bulunamayacağız!..” diyerek düğünden birkaç gün evvel düğün sahiplerine hediyelerini takdim ediyorlar yahut da düğüne gidip takılarını takıp çıkıyorlar.

Örnekler çoğaltılabilir... Peki, bize ne oluyor da yuva kurmak gibi ulvî bir başlangıcı, Kur’ân-ı Kerîm’lerle, duâlarla, salavâtlarla, sohbetlerle, mânevî feyz ve bereketlere vesile olacak, sâlih ve sâliha kimselerin bulunduğu misafir topluluğuyla yapmayı tercih etmiyoruz?! Acaba diğeri nefse daha hoş geldiği için mi?! Lüks, gösteriş, ihtişam… Bunun başı ve sonu israf, israf da haram değil mi?! Bu şatafat, bazı düğünler için hiç de şaşılacak şeyler değil. Ama bu, “bizim” düğünümüzde olmalı mı? Çeşitli ve alenî günahlarla başlayan bir evlilikten ne kadar hayır ve saâdet umulur? Fert, âile ve toplumlar, bu evlilikten ne hayır görürler?

Sonra çığrından çıkan eğlenceler...

Düğünde eğlenmek kadar tabiî bir şey olamaz elbette... İnsanın en mutlu, en kaygısız, en heyecanlı olduğu gündür, düğün günü... Fakat meşrû sınırları koruyarak da eğlenebiliriz ki, zaten Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de düğünlerde meşrû ölçüler içinde eğlencenin olabileceğine işaret etmiştir. Zira Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- annemizin haber verdiğine göre; Peygamberimiz, Medîneli bir sahabînin düğününün olduğunu haber almış ve hanımların kendi aralarında eğlenip şarkı söylemelerine izin vermiş ve:

“-Ensâr, eğlenceyi sever.” buyurmuşlardır.

Allah Rasûlü’nün sünnetine uyan düğünler, tercih edilmelidir. Meselâ düğün sahiplerine külfet olmayacak şekilde misafirlere “velîme” denilen bir “düğün yemeği” ikram etmek, seviyeli eğlence yapmak, istiyorsak hanım ve erkeklerin ayrı mekânlarda bu eğlenceyi icra etmelerine zemin hazırlamak, eğlencelerimizde, ahlâk ve değerlerimize ters düşmeyen müzikler kullanmak, bilhassa hanımların hanımlar arasında tesettür sınırlarına riâyet etmeleri, tercih sebebi olmalıdır.

Bir yakınımın kına gecesine katılmıştım. Kına akşamı, epey bir süre şaşkın gözlerle hanımları süzmekle geçti. O şatafat, o takılar, o özentili tavırlar... Sonra kıyafetler... Hanımların da hanımlara karşı dikkat etmesi gereken sınırları aşan kıyafetler vardı salonda... Derken kına eğlencesinin bitimine yakın biz ayrıldık salondan... O da ne? İçerdeki asortik hatunlar, pardesüyle başörtüyle çıktılar dışarıya... Kendime geldikten sonra dedim ki, bizim bir yanımızda “öteki”ne benzeme çabası, içimizde “özenti hastalığı” var.

Bu çaba, dindar âilelerin evlâtlarının düğünlerinde de olmuyor mu? Diyelim âile Anadolulu bir esnaf. Hâli vakti hayli yerinde. Kültürüne, örfüne oldukça bağlı… Namazında niyazındalar… Hattâ hacca da gitmişlerdir, düğün bitsin umreye de gitme plânları vardır.

Ama gelin ve damat adayları, büyükşehirlerde öğrenim görmüşler ya da üniversite için puanları şehirdeki “özel” üniversiteye yetmiştir de babalarının cömert desteğiyle orada okumuşlardır. Yurt dışı da görmüş olabilirler. Öyle alaturka Anadolu düğünü yapmak olur mu? Bu gençlerin bir sosyal çevreleri, arkadaş ortamları, en önemlisi bir îtibarları vardır. Düğün bir otelin “balo” salonunda yapılmalıdır. Düğüne öyle âilecek gidemezsiniz. Sınırlı sayıda misafir kabul edilebilir. Öyle mahalle düğününe gider gibi gidemezsiniz. Işıltılı, parlak, rugan falan bir şeyler giymelisiniz. Hem düğüne öyle aç gitmek de olmaz. Millete rezil olmamak için orada tabağınızda yemek bırakmalısınız. Nerde kaldı tabağı sünnetlemek... Züccaciyeden bir borcam tabak alıp gitmek de olmaz. İllâ piste çıkıp altın takmalısınız; adınız anons edilmeli, göğsünüz kabarmalı. Ha sonra düğünün yapıldığı lüks otelde veya bahçeli mekânda, o ışıltılı kıyafetinizle fotoğraf da çektirmelisiniz. Sosyal paylaşım sitenizde adınızı “falanca otelde düğündeydi” ya da “falanca düğündeydi” diye duyurmalısınız. Sonra konuşulmalı, “falanca falanca otelde düğün yapmış, filanca da o düğüne davetliymiş, sosyal paylaşım sitesinde gördüm.” diye... Mesele, milletin görmesi, milletin konuşması… Mesele, konuşulmak, tanınmak, paylaşılmak… Kısaca, mesele, ne düğün, ne gelin, ne damat, sadece ve sadece gösteriş!.. Düğünü yapanlar için de, düğüne katılanlar için de…

Eskiler, babalarının yanında ayaklarını uzatmaya çekinedursunlar, bizim yeni nesil gelinlerimiz, düğünlerinde babalarıyla, kayın pederleri ile dans etmeyi bir gereklilik sayıyorlar. Eskiler, babalarının yanında kolu kısa durmayı ayıp saysınlar, gelin hanımın kız kardeşleri, arkadaşları, gece düğünlerinde bütün hatlarını belli eden kıyafetlerle arz-ı endâm ediyorlar.

Bu yazdıklarım, acı bir Türkiye fotoğrafı... Böyle düğünler bizim çevremizde yapılıyor ve ne kadar yakınımız da olsa müdahale edemiyoruz. Muhtevâsını, şeklini değiştiremiyoruz; bize yalnızca Allah için buğzetmek kalıyor. Yani îmanın en zayıf şekli…

Bunlar bir yana, bir de yahudi ve hristiyan kültüründen aldığımız âdetler var. Düğünlerde pasta kesmek, gelin damadın birbirine bu pastadan yedirmesi, bilhassa kır düğünlerinde gelin damadın üstü örtülü bir platformda oturmaları, dans etmeleri, hattâ şarap ikramı, hep gayr-ı müslim düğünlerinden bize yansımalar… Bir tek düğünün Kilise veya Havra’da yapılması eksik…

Kur’ân-ı Kerîm’li, ilâhîli, tasavvuf müzikli salon düğünleri de hoş gelişmeler... Ama semâzenlerin düğünde, sünnette ortaya çıkıp dönme modası pek de hoş değil!.. Bu bir eğlence merasimi değil, bir ibadet neşvesi aslında…

Sıkıcı sohbetli bir düğün de, cemaate ahkâm kesmekten sesi kısılmış, milleti cehenneme göndermeyi huy edinmiş hocaefendilerin vaaz verdikleri düğünler de insanlara kasvet veriyor. O hâlde düğünlerimizde yeni bir rûh yakalamamız gerekiyor. Dinimizin istediği, günümüze de uygun olan… Başkasından devşirme değil, kendi kimlik ve rûhumuzdan beslenen…

Hâsılı kelâm, yazımızı bir büyüğümüzün sözü ile bitirelim:

“Düğünlerimiz ne kadar mânevî merâsimlerle icrâ edilirse, o kadar ilâhî rahmet tecellîleri olur.”

PAYLAŞ:                

Fatma Çatak

Fatma Çatak

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle