Evlilik Hayatında Eşler Ve Çocuklar

 

Evlilik ile birlikte, birçok yeni roller ile tanışırız. Gelin olmak, damat olmak, elti olmak, bacanak olmak…

Bu yeni roller ile birlikte, zamanla hepsinin önüne geçebilen yeni bir rol vardır. Hiç ihmal edilemeyen, mesâîsi olmayan bu yeni rolün adı, “anne-babalık rolü”dür. Anne-babalık rolü, evlilik içerisinde, bazen karı-koca olma rolünün önüne bile geçebilmektedir.

 

Anne-Babalık…

Bebek, rahme düştükten sonra vazife başlar. Bir ömür sürecek, mesâîsi bitmeyen vazifeler dizisi… Görevden kaçmak, izin almak yok…

İlk bebekli yıllar, yeni evli çiftler için alışılması zor bir dönemdir. Özellikle anne için derdini anlatamayan bebeği tanımak, özel bir emek istemektedir. Uykusuz geceler, azalan ziyaretler, bebek odaklı yeni bir hayat başlamıştır. Bu süre içerisinde anneler, tamamen bebekle bütünleşmektedirler. Babalar da bu noktada onlara yardımcı olmaya ve muhabbetin bir yerinden tutunmaya çalışırlar. Yeni bebekli çiftler, birbirlerine zaman ayırmayı ihmal etmemelidirler.

Gelişen çocukla, anne-babalar, öncelikle tek tek ilgilenmeli, zaman içinde de beraberce bir şeyler yapmak için özel zaman ayırmalıdırlar.

 

Eşler, Anne-Baba Olunca…

Kendilerine ilâhî bir “emanet” olarak teslim edilmiş evlâtlara, anne-babalar olarak, bütün hayatımızı, bütün benliğimizi vakfetmek, bence doğru olmayan bir tarzdır. Rabbimiz önce bizi, kendi hayatımızdan hesaba çekecektir. Şahsî hayatımız ve mes’ûliyetlerimiz devam ederken, elbette buna eklenen yeni vazife ve mesûliyetler de olacaktır. Ama bu, Allah katındaki birinci vazifemizi unutturmamalıdır.

Günümüzde “evlâtları için saçını süpürge etmek” tabiri kullanılıyor; çocukları için kendinden geçmek, elinden gelen bütün fedakârlıkları yapmak mânâsında… Elbette evlâtlar, bizim bir parçamız, hayatımızın mânâsına renk ve tat katan en önemli parçalar…

Ama atlanılmaması gereken bir nokta da, kendi duruşumuz, gelişimimiz... Hayat içerisindeki değişik rollerimizi fark etmeli, hepsini dengeli bir şekilde hakkıyla yerine getirmeliyiz.

Bizi biz yapan bir “ben”liğimiz var. Bedenimiz, rûhumuz, hayallerimiz, düşüncelerimiz… Kendi “ben”imizi tanımamız, sınırlarını bilmemiz gerekir. İlmin başı ve sonu, kendini bilmektir. Kendini bilen, Rabbini bilmeye başlamış demektir.

İkinci önemli “bilmemiz” gereken varlık da, “hayat yoldaşımız” yani eşimizdir. Çünkü eşimiz, hem sevgi ve muhabbet kanalımız, hem öfke ve nefret merkezimiz olabilir. O, hem bizim cennetimiz, hem de cehennemimizdir. Eşimizi anlamış ve onunla mutlu olmaya başlamışsak, hayatımız güzellikler üretmeye başlar. Eşimizi anlamamış ve onun tarafından anlaşılmıyorsak hayat, kavga-gürültüden ibaret, kuru ve can sıkıcı bir hâl almaya başlar. Hâlbuki evliliklerin, âhirete uzanan bir penceresi de vardır. Onlar bizim için aynı zamanda, âhiret yoldaşıdır.

Ve çocuklar… Benden, bizden olan… Hayatın renkleri, kokuları, istikbale bıraktığımız mektuplar, bizim insanlığa hatıralarımız…

 

Dengeye Dikkat

İslâm, denge dinidir. Kadın, erkek, çocuklar... Hayat, hiçbir fânîye tamamen adanmamalıdır. Eğer hayatı sadece “ben” merkezli görürsek ya da hayatımızı sadece “eşimize” veya “çocuklarımıza” adarsak, büyük bir boşluk ve kaos içine sürüklenebiliriz. Çünkü “onların olmadığı” bir hayat düşünemeyiz. Hâlbuki onlar olmadan önce de bir hayata sahiptik ve onların yokluğunda da normal şartlarda hayat devam etmektedir. O hâlde hiçbir şeyi, “gerektiğinden fazla” gözümüzde büyütmemeliyiz.

Günümüzde, bu dengenin “çocuklar lehine” bozulduğu kanaatindeyim. Bu konu, çok farklı yönleri olan tafsilatlı bir konu…

Ben ise, öncelikle “çocuk sahibi anne-babaların hayatı”nda karşılaştıkları birtakım problemlere değinmek istiyorum. Mevzuyu bu şekilde sınırlandırdıktan sonra “çocuklu hayat”ı biraz açalım:

 

Çocuk Gözüyle Bakmak

Meseleye doğru teşhis koymak için hayata, biraz da çocukların gözü ile bakalım:

Bir ev hayal edelim. İçinde bizim ortalama boyumuzun iki ya da iki buçuk katı insanlar yaşasın, bizler de normal boyda olalım. Yani evimizin içerisinde yürürken o insanların bacak hizasını görelim ve ayak diz kapaklarına muhatap olalım. Ya da elbiselerinin kumaşlarıyla sürekli bakışalım. Zıplayarak bakışları yakalamaya çalışalım. Bu uzun boylu insanların hızlı konuşmaları ve bitmeyen koşuşturmalarını anlamaya çalışalım. Baş döndürücü, anlaşılamaz, yorucu ve yıpratıcı…

Anne-babalar, çocuklarının kendilerini anlamadığını söylerler. Çocukları için her şeyi yapmış, daha iyi gelecek için çok çalışmışlardır, ancak kıymetleri bilin(e)memiştir. Elbette iyi niyetlidirler, ancak görünen o ki, eksik kalan bir şeyler vardır.

Çocuklar anlaşılmak, dinlenilmek ister. Büyükler açısından saçmalamış olsa bile fikrini dillendirmek ister. Yorum yapmadan, başka çocuklarla kıyaslanmadan biricik varlığının önemsenmesini ister. Eleştirmeden dinlendiğinde çocuk anlaşıldığını düşünür ve kendine güveni artar. Aşağılamak, suçlamak, çocuk adına karar vermek, çocuğu yıpratır, üzer. Çocuk, bu duygusunu daha çok istenmeyen yeni bir davranış geliştirerek ya da sessizleşerek ailenin dikkatini çekecek davranışlara dönüştürür. Anne ve baba, nezaket kurallarını da öğreterek çocuğunun konuşmasına, fikrini söylemesine muhakkak izin vermelidir.

 

Çocuğu dinlemek, birçok problemi önceden çözmektir.

Çocuğunuza karşı tutarlı olun. Bugün “Hayır, olmaz!” dediğiniz şeye yarın , “Tamam, olur!” demeyin. Bu, çocuk için son derece kafa karıştırıcı olur. Çocuklar aslâ unutmaz. Tutarsız olan davranışı hatırlar ve size istediğini zorla yaptırana kadar sabreder. Evde, çarşıda pazarda, her yerde isteklerini yaptırmaya çalışırlar. Anne-babanın birbiriyle çelişen ifadeler kullanması, çocuğun doğruyu bulmasını zorlaştırır. Çocukla konuşmanın en temel şartı, gerçekten onu anlamaya çalışmaktır. Çocuğumuzla karşı karşıya oturmak ve yüzüne bakmak, dinlemenin en temel unsurudur. Çocuklarımızla göz teması kurabilmek, “Âilem beni dinliyor!” mesajını vermektir. Dinlenildiğini düşünen çocuk, anlaşılmaya başlamıştır.

Âile içerisinde anlaşılamayan çocuk, fark edilmek ve var olan isteklerini anlatabilmek için âcil iletişim tarzları geliştirecektir. Çünkü insanoğlu, sosyal bir varlıktır. Fark edilmek, varlığını fark ettirmek ister. Fıtraten bozulmamış 0-2 yaş arası çocuklar, bunun en güzel örneğini verirler. Kendisiyle ilgilenmeyen anne-babasını çekiştirir. Hattâ yüzlerini sertçe avuçlarının içine alıp kendi yüzüne çevirir: “Bana bak, gözlerime bak!..” diye işaret ederler.

Yapılan araştırmalar, beden duruşunun konuşmada kullandığımız cümlelerden daha tesirli olduğunu göstermiştir. Çağlar öncesinden hayatımıza ışık tutmuş Allah Rasûlü’nde bu prensibin uygulanışını, bütün açıklığı ile görürüz. Sevgili Peygamberimiz, konuşması gerektiğinde aslâ sadece başını çevirerek konuşmaz, bütün bedeniyle döner, muhatabını öyle dinlermiş.

Çocuklarımızla göz teması kurmak ve onları dinlerken başka işlerle meşgul olmamak, bedenenimizle, duruşumuzla ilgi ve dikkatimizi çocuklarımıza vermek, “Seni seviyorum, sen benim için değerlisin!..” demenin en tesirli yoludur. Çocuklarla yakın iletişim kurmanın yanında önemli bir diğer husus da anne-babanın ev içerisinde tabiî öğretmen olduklarını, sürekli hatırda tutmalarının gerekliliğidir.

 

Âile içi davranışlara dikkat!

Âile büyükleri, özellikle anne ve babalar, çocukların kendilerinden davranış modelleri öğrendiği kişilerdir. Çocuk, en çok “model alarak” öğrenir. Anne ve babasını yakından izler. Onlar gibi konuşur, oturur. Kız çocukları en çok annesini, erkek çocukları da babalarını taklit ederler.

Günlük hayat içerisinde bizler ne kadar ahlâklı, faziletli davranırsak, evlatlarımız da bizim ahlâk ve faziletimizden o kadar istifade edecek, örnek alacaklardır. Çocuklardan “olmalarını istediğimiz güzel insan tipi” ile “bizim yaşadığımız davranış kalıpları” arasında ne kadar farklılık varsa, çocuğun bizim söylediklerimize uygun bir hayat modeli geliştirmesi de o kadar zordur.

Meselâ bir anne, oğlunun akşam babasına yalan söylediğini fark etmiş ve çok üzülmüştür. Oğluna yalan söylemenin ne kadar kötü bir şey olduğunu uzun uzun anlatır. Başka bir gün anne, mutfakta geç kalmış yemeği yetiştirme telaşı içerisindeyken ısrarla çalan telefona:

“-Bugün müsait değilim, misafirim var. Yarın gelin!” diyerek cevap verse… Çocuk da annesinin “olmayan misafir” bahanesini bizzat görse, artık hâlâ yalanın kötü bir şey olduğunu düşünür mü? Ya da annesi, istediği kadar yalanın kötülüklerini anlatsın, annesinin söyledikleri bir kulağından girip öbür kulağından çıkmaz mı?

Eğer çocuk, annesine telefonda niye böyle söylediğini sorsa ve karşısında, annesinin yeni bahane ve yalanlarını duysa, demek ki karışık durumlarda o ânı kurtarmak için yalan söylemekte bir mahzur yok, diye düşünür. Bu da çocuğun rûhunda yeni bir ikilem oluşturur: “Olanlar” ve “Olması gerekenler”…

Çocuk, kamera gibidir; gördüğünü unutmaz, sürekli hâfızasına kaydeder. Zamanı gelince öğrendiklerini sergiler. Çok zaman bu öğrenme, etrafındakileri de şaşırtır. Anne ve baba, çocukluğun ilk yıllarında bu öğrenmeyi keyifle izler. Evde küçük bir taklit gösterisi vardır. Bebeklikten çıkmaya başlayan minik evlât, anne gibi yürümeye çalışır, papuçları dener; baba gibi oturur, abla gibi yazı yazmaya çalışır, dede gibi öksürür, vs… Ama büyümeyle birlikte büyüklerinin eksik kalan, olmaması istenen davranışlarının taklidi hoş karşılanmaz. Hiç kimse, kendi eksik, defolu davranışını izlemekten hoşlanmaz.

 

Çocuğun dili farklıdır.

Çocuk, gün içerisinde birçok hâdiseyi anlamaya, anlamlandırmaya çalışır. Yetişkinlerin fark etmediği bazı ayrıntılar, çocuk için zor ve karışık olabilir. Meselâ okula ilk başladığı gün resim çizmesi istenen çocuklardan birinin yaptığı, gökyüzüne kadar ulaşan kırmızı renk merdivenler dikkat çekicidir. Çocukla konuşulduğunda okulun merdivenlerinden korktuğu anlaşılmıştır. Bu korku, resim ile ifade edilmiştir. Resim, bir ifade dili olmuştur.

Bir başka ifade dili, oyundur. Çocuklar sevgi, ilgi, korkularını ve hayat içerisinde halledemedikleri birçok problemi oyun içerisinde çözerler. Yeni doğmuş kardeşini kıskanan abla, oyun içerisinde kardeşini komşu teyzeye gönderir ve:

“-Sen orada kal!..” diyebilir. Ya da anne ve babasının davranışlarını oyuna aktarabilir.

Oyun, sosyal, fizikî, psikolojik birçok alanda geliştirici ve iyileştiricidir. Başkalarını oyunla taklit eden çocuk, mutludur; etrafını fark etme seviyesi yükselir. Çocuk her ortamda ve her türlü araç-gereç ile oynar. Çocuklara daha çok oyuncak alarak, daha iyi oyun oynamasını sağlamış olmayız.

Oyun, çocuğun en önemli ve en etkili dilidir. Onu iyi dinlemek ve bazen birlikte oynamak, çocuğa çok iyi gelecektir. Çocukların ahlâkî ve psikolojik gelişimine uygun oyuncak seçimi önemlidir. Meselâ alınacak kahraman oyuncaklarını dikkatli seçmek çocukların o kahramanın karakteriyle bütünleşip onun gibi davranışlar sergileyebileceğini akılda tutmak gerekir. (Devam edecek)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle