Uhud Şehidliği Ve Hendek

Uhud Meydanı’na baktıkça, içinde bulunduğunuz zamandan kendinizi tecrid edebileceğiniz (soyutlayabileceğiniz), tefekkür dünyanızda derinleşebildiğiniz nisbette, orada yaşanan hâtıraları hayal edebiliyorsunuz.

Tabi, çevrenizde daha önce bu hâdiseleri okumamış, duymamış olanlara da ziyaret öncesinde anlatabilirseniz, kardeşlerinizin tefekkür sevabına vesîle olup hisse alabilirsiniz. Kafile başkanı ve vazifelilerin her şeyi o kısacık ziyaret esnasında anlatabilmesi, takdir edersiniz ki mümkün değil. Bu yüzden ne kadar bu hizmete katkıda bulunabilirsek o denli vakti fırsata çevirmiş olabiliriz.

Yine hemen orada, Okçular Tepesi ile Uhud Dağı arasında “Uhud Şehidliği” var. O güzîde ashâb-ı kirâmı ziyaret edip selâmlama, rûhâniyetlerinden istifadeyi ümid etme imkânımız var. Ziyaretimizi yaparken, tarihin şâhitlik ettiği şu hâdiseyi hatırlamak, yüreğimizi alt üst etmeye yetmekte… Uhud Şehidleri’nin yeri önceden Uhud Dağı eteklerindeymiş. Savaştan yıllar sonra şiddetli bir sel baskınında toprak kaymış ve bu kayma sebebiyle, şühedânın kabirleri açılmış ki bir de ne görsünler; mübarek naaşları hiç bozulmadan durmakta... Bu tip toprak kaymalarından muhafaza için şu an bulundukları mevkiye nakledilmişler.

Hazret-i Hamza ve Hazret-i Mus’ab bin Umeyr’in -radıyallâhü anhümâ- yan yana defnedildiği bu nadide mekândaki ziyaretimiz, Ravza ve Bakî ziyaretlerimize ilâveten, târifi imkânsız bir hâlet-i rûhiyeye girme fırsatını bahşediyor.

Bedir Savaşı’nın olduğu yere gitmek herkese nasîb olmuyor; özel imkânlarla, uzun bir yolu ve ceza yemeyi göze alarak gidilebiliyor, çünkü son zamana kadar yasaktı. Hendek Savaşı’nın yapıldığı yer ise, orijinal hâlinden çok uzaklaşmış, yıllar geçtikçe…

Velhâsıl Uhud Savaşı’nın yapıldığı meydan ve Okçular Tepesi, Asr-ı Saâdet’e doğru açılan hayal penceremizin en müstesnâ manzaralarını teşkil etmekte. Rabbim tekrar tekrar ziyareti, şühedâ-i kirâmın rûhâniyetlerinden hisse alabilmeyi nasîb eylesin. Âmîn.

 

3) Hendek Savaşı’nın Yapıldığı Mekânı Ziyaret ve Tefekkür

Hendek Savaşı’nın olduğu yere maalesef yol yapılmış. Önceleri “Mesâcid-i Seb’a” (7 Mescid) vardı bu mekânda… (2002’de gittiğimde görmüştüm.) Son yıllarda “Fetih Mescidi” ve “Selmân-ı Fârisî Mescidi” dışındakiler yıktırılmış.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, içinde duâ etmekten mübârek ellerinin yorulduğu çadırın bulunduğu yerde “Fetih Mescidi” var.

Bütün ziyaret mekânlarını gezerken çeşme ilâhisinin yanık mısraları geçiyor içimizden... “Muhammed’imi gördün mü?” diye...

Evet... Buralarda gezinmiş, nice hâdiselerin içinde nur cemâliyle çevresine saâdet ve feyz menbaı olmuş. Burada da tefekkürümüzü derinleştirebilirsek pek çok hadise canlanacaktır hayal ufkumuzda... O zamanki Medîne için şehrin çevresinde bulunan ve Ahzâb Sûresi’nin bazı âyetlerinin nâzil olduğu mekândayız. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ve ashâb-ı kirâmın canla başla, hiçbir teknik imkân olmadan, bilek gücüyle birkaç haftada kazdıkları hendek, yaklaşık 5,5 km. uzunluğunda, genişliği 9 metre, derinliği ise 4,5 metreymiş.

Hendeğin minik bir numûnesini sergileseler ne güzel olurdu. Mekke’den ve çevreden hışımla gelen İslâm düşmanlarının hendekle karşılaştıklarında uğradıkları hayal kırıklığı ve şaşkınlığın gözümüzde canlanması daha kolay olabilirdi böylece…

Hendek kazılırken sahâbe efendilerimizin kıramadıkları kayayı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in parçalayışı esnasında geleceğe dair müjdeler verişi, etrafında hâlelenmiş sahâbîlerin yorgunluklarını unutup şevk kazanmaları...

Yine hendeğin kazılması esnasında çok acıkmış olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görüp durumdan vazife çıkaran Câbir -radıyallâhu anh-’ın evine koşup hanımıyla konuşması, ardından olanlar... Haydi, gözlerimizi kapatıp hayal edelim birlikte:

 “Hendek Savaşı’nda açlığın had safhada olduğu günlerdi. Peygamber Efendimiz ve ashâbı, üç gündür bir lokma yememişti. Hazret-i Câbir; müsaade alıp evine gitti. Baktı, ufak bir oğlakla az bir miktar arpa vardı. Onları yemek olarak hazırlayıp Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i davet etmeye koştu:

«-Ey Allâh’ın Rasûlü! Birazcık yemeğim var, bir-iki kişiyle beraber bize buyurun.» dedi.

Ümmeti aç olduğu müddetçe, kendi açlığını hiç düşünmeyen Rasûlullah Efendimiz sordu:

«-Yemek ne kadar?»

Câbir -radıyallâhu anh- olan miktarı söyledi.

Peygamber Efendimiz:

«-Hem çok, hem de güzel. Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, ekmeği de fırından çıkarmasın!» buyurdu. Sonra ashâbına:

«-Ey Hendek ehli! Câbir bize ziyafet hazırlamış, haydi buyurun!» diye yüksek sesle nidâ etti. Oradakiler hep birlikte kalktılar.

Hazret-i Câbir, telâşla zevcesinin yanına koşup şöyle dedi:

«-Vay başımıza gelenler! Peygamberimiz, yanında muhâcirler ve ensâr ile geliyor.»

Hanımı ise, müthiş bir firâset ve teslîmiyet göstererek sordu:

«-Allah Rasûlü sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?»

«-Evet.»

«-O hâlde telâşlanma! O, senden daha iyi bilir.»

O gün Rasûlullah Efendimiz; o azıcık yemek ile, sayıları bini bulan ashâbını doyurdu. Yemek arttı.

«-Bunu ye, komşularına da ikrâm et, çünkü açlık insanları perişan etti!» buyurdu.”[1]

Câbir -radıyallâhu anh-’ın hanımı, bu teslîmiyet ve tevekkülünün neticesinde muazzam bir mûcizeye ev sahibeliği ve şâhitlik yaptı. Ondaki bu meziyetlere hepimizin ne kadar ihtiyacı var...

“İki kişinin yemeği üç kişiye, üç kişinin yemeği dört kişiye yeter.”[2] buyuran bir Peygamber’in ümmeti olarak, kendimize tekrar çeki düzen vermemizi Rabbim lûtf u keremiyle ihsân eylesin, tevfîkini refîk eylesin. Geri dönüş ve telâfi imkânının olmadığı o çetin günde Rabbimiz’in cömertliğinden “en çok cömert kullarının faydalanabileceğini” hatırımızdan çıkarmamalıyız. Zira sistemi böyle kurmuş Cenâb-ı Mevlâ… “Affedilmek için affetmek, yardım görmek için yardım etmek” gibi hem imtihan hem fırsat içeren durumlardan biri de “fakirlik korkusuna düşmeden, ihtiyacının fazlasını infak”[3] edebilmek... Gerçi buradaki “îsâr” yani kendi ihtiyacı varken infak bahsine giriyor ki, bu da paylaşmanın en zirve hâli...

Bizler sahâbeyi evimizde misafir edebilecek bir zamanda dünyaya gelmedik. Ama değil mi ki muhâcir, ensâr ve onlara güzellikle tâbî olanlar, Tevbe Sûresi’nin 100. âyet-i kerîmesinde[4] birlikte zikredilip müjdelenmişler. Öyleyse “onlara güzellikle tâbî olanlara” maddî-mânevî ikramda bulunmak, sahip olduğumuz bütün güzellikleri cömertçe paylaşmak da sahâbîlere hizmet etme sevabına erme yolunda Rabbimiz’in huzuruna çıkarmayı umacağımız çabalar olacaktır.

Herkesin gücü, imkânı farklı farklı… Hâl hatır sorarak sohbetimizle varlığımızı, varsa ilmimizi, ev işlerinde yardıma ihtiyacı olan kardeşimizle güç ve kuvvetimizi, sıkıntıya düşen kardeşimizle maddî imkânlarımızı vs. hâsılı, neyimiz varsa paylaşabilirsek, ne mutlu bize...

Cenâb-ı Hak, Ümmet-i Muhammed’le birlikte hepimizi Ensâr ve Muhâcir efendilerimize güzellikle tâbî olanların zümresine ilhâk eylesin. Âmîn. (Devam edecek)

 

[1] Buhârî, Meğâzî, 29; Müslim, Eşribe, 141.

[2] Buhârî, Et’ime, 11; Müslim, Eşribe, 178.

[3] Bkz. el-Bakara, 219.

[4] “Muhâcirlerin ve ensârın ilkleri ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan râzıdırlar. Onlara, sonsuza dek hep içinde kalmak üzere altından ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. Büyük bahtiyarlık işte budur.” (et-Tevbe, 100)

PAYLAŞ:                

Didar Meltem Erdem

Didar Meltem Erdem

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle