O’ndan Yine O’na

Cennet İmtihanı

Allah Teâlâ, yeryüzünde bir halife yaratmayı[1] murat edince, Hazret-i Âdem’i yarattı. O’na Cennet’te bir hayat verdi. Ardından Hazret-i Havva’yı yarattı ve kendisine eş olarak ihsan etti.[2] Onların Cennet’te yaşadıkları bu mesut hayat, bir imtihanla kesişti.

Cenâb-ı Hak, her şeyin serbest olduğu Cennet’te, sadece bir ağaca yaklaşmalarını yasak etti.[3] Hazret-i Âdem yaratıldığında ona secde etmeyip Allâh’ın rahmetinden kovulmuş olan İblis’in[4] (şeytanın) kendilerinin amansız düşmanı olduğunu[5] bildirdi ve onun hilelerine karşı kendilerini uyardı.

Fakat şeytan, türlü yollarla Hazret-i Âdem ve eşine yaklaştı, onları ikna etti ve o yasak meyveden yedirdi.[6] Nihayet Hazret-i Âdem, eşi ve şeytan; “birbirine düşman olarak” yeryüzüne indirildi.[7] Böylece murad-ı ilâhî tahakkuk etmiş, Hazret-i Âdem’in yeryüzündeki “halifelik” sorumluluk ve vazifesi başlamış oldu.[8]

 

Dünya Yurdu

Çeşitli safhalardan geçirilerek insanın yaşamasına müsait hâle getirilen[9] yeryüzü, ilk insanın buraya indirilmesi ile şenlendi. Kendisine yeryüzünü inşâ ve îmar etme salâhiyet ve iktidarı verilen[10] insan; canlı-cansız birçok varlığın kendisine musahhar kılınması[11] ile dâr-ı mihnet ve meşakkat yurdundaki bu yeni, muvakkat hayatına başladı.[12]

Bu dünya, Cennet’te alıştıkları hayattan farklıydı. Her şeyin kolayca önüne gelmesi diye bir şey yoktu. Çalışmadan, emek sarf etmeden hiçbir şeyin “kendi kendine” olması mümkün değildi. Aç kalmamak için çalışmak lâzımdı. Hazret-i Âdem’in kendisine ve âilesine bakması, onları soğuktan-sıcaktan koruması, barınması, sağlıklarına dikkat etmesi, sonsuz denebilecek ihtiyaçlarını karşılaması için gece-gündüz gayret göstermesi gerekiyordu.

İşler bununla da bitmiyordu; dışarıdaki şeytanın hile ve husûmetine, içlerindeki nefsânî isteklere karşı da uyanık olmak, her hâlükârda Allâh’a ibadet vazifesini ihmal etmemek gerekiyordu. İç ve dıştaki pervasız düşmanlar, Hazret-i Âdem’den ilk kurbanını aldı. Evlatlarından biri, diğerinin canına kıydı; yeryüzünde ilk kan döküldü.[13] Hazret-i Âdem bu hadiseyle aslında iki defa evlat acısı çekti; birinin mazlûmen öldürülmesiyle mahrumiyet acısı, diğerinin zâlim olarak kâtil olmasıyla hasret ve hüsran acısı…

Bu ölüm acısı, belki ilkti, ama son olmadı. O gün bugündür Hazret-i Âdem’in evlatları birbirinin kanını akıtmaya devam etti. Zira bu dünya, başlı başına bir “imtihan yurdu” idi.[14]

Cenâb-ı Hak, kullarından hangisinin daha güzel bir hayat yaşayacağını kendilerine göstermek için[15] hayatı ve ölümü yaratmış[16]; onlara yaratılış maksadı olarak da kendisine kul olmalarını emretmişti.[17]

Bu dünyada herkese yetecek meşguliyet verilmiş, her dağın tepesine göre kar indirilmişti. Herkesin imtihanı kendisine ağır; herkes hem sahip olduklarıyla, hem de çevresiyle her an imtihan hâlindeydi.

Allah yeryüzünde kimseye güllük gülistanlık bir hayat vaad etmedi. Aksine bu dünyada insanların açlık, korku, mallardan ve ürünlerden eksiltilme ile her an imtihan edileceği bildirildi.[18] Bazen yürekleri ağızlara getiren korkularla yüzleşilecek, bazen geçici de olsa (bazı kâfir ve fâsıkların hayatında olduğu gibi) rahat ve konfor içinde yaşanacaktı. İster sıkıntı içinde, ister refah ve huzur içinde yaşansın, dünya gelip geçecek fânî bir mekân; burada geçirilen zaman da bir oyun, eğlence, “Bir şeylere sahip oldum!” diye bir avuntudan ibaretti.[19]

 

İnsanın Mayası

Cenâb-ı Hak, insana hem takvâ hem de fücûr duygularını ilham etmiş[20]; yani herkesi iyiye ve kötülüğe meyilli yaratmıştı. Ona dünyanın eş, çocuk, altın-gümüş, mesken, binek vb. ziynetlerini sevdirmiş[21]; bu nîmetlere kendisini tamamen kaptırmamasını, bunları elde etmek için ihtirasa düşmemesi gerektiğini hatırlatmış; aslında her birinin “geçici bir dünya metaı, gerçek hayatın ise âhiret yurdu olduğunu” söylemişti.[22]

Herkes için farklı olsa da ömür takvimi belliydi, günler ve nefesler sayılıydı.[23] Bu sayılı ömür günlerinden elde kalacak olan ise, îman ve sâlih amellerdi.[24]

İnsan, sınırları Allah tarafından belirlenmiş bu ömür sermayesinde, âhiret heybesine ne doldurursa, âkıbet karşısında onu bulacaktı.[25] Bu dünyada iyilik eken, âhirette sonsuz hayır ve saadet devşirecek; bu dünyada diken saçan, âhirette o dikenler eline-ayağına yapışmış bir şekilde huzur-i ilâhîye gelecekti. Sonrası sonsuz bir hayat… Ya Cennet ya Cehennem… Üçüncüsü yok.

 

Ümit ve Korku Arasında

Cenâb-ı Hak, yoktan var ettiği kulunu en iyi tanıyandır. Onun isteklerini, ihtiyaçlarını, zaaflarını, heyecanlarını, korkularını, ümitlerini en iyi bilendir. Bu yüzden kullarına Cennet’i, Cennet nîmetlerini, rızâsını vaad etmiş; Cehennem, Cehennem azabı ve sonsuza kadar yüz üstü terk edilmek hususunda da uyarmıştır.

Bazı insanlar Cennet’e, Cennet nîmetlerine hasret ve hayranlık duyarak dünyada iyi olmaya, iyi kalmaya çalışır; bazı insanlar Cehennem’e düşme korkusuyla çizgiden sapmamaya gayret eder.

Bazılarına maddî mükâfat ve müjdeler gerekir, bazıları mânevî iltifatlarla tatmin olur. Bazıları müşahhas/somut cezalarla hizaya girer, bazılarına duygu ve düşünce âleminde verilen ceza daha tesirli olur. İşte Kur’ân-ı Kerîm, maddî-mânevî pek çok mükâfat ve cezayı birlikte işler. Cennet nîmetleri serâpâ anlatılırken birden üslup değişir, cehennemliklerin hâli ve cezaları sıralanır. Bazen Cennet’te yenilen-içilen şeyler tasvir edilirken peşi sıra Cehennemliklerin hasret ve nedametleri dile getirilir.

Kur’ân’ın üslubunda kul hangi günahı işlerse işlesin Allah’tan ümidini kesmek yoktur.[26] Nefes alıp verdiği müddetçe îman ve tevbe kapısı açıktır. Allah, kendisine şirk koşulması (ve inkâr edilmesi) hâriç, dilediği kulunun bütün günahlarını bağışlayandır.[27] Şirk ve küfrün reçetesi de, tevhid ve îmândır. “Şu kadar yıl küfür üzere yaşadın, o hâlde îman edemezsin!” ya da “Şu günahları işledin, artık Allah seni affetmez!” gibi bir ifade/âyet bulunmamaktadır. Aksine kul, hangi hâlde olursa olsun, yüzünü Rabbine döndüğünde “et-Tevvâb”, “el-Ğaffâr”, “er-Rahmân” ve “el-Vehhâb” olan bir Rabbi karşısında bulur.

Rahmet ve mağfireti bu kadar geniş ve engin olmasına rağmen hayatı boyunca yüzünü bir kez O’na dönmeyen, aksine günah ve inkâra dalarak kendisine zulmeden, iktidarı ele geçirince yeryüzünü ve insanları perişan etmek için elinden geleni ardına koymayan iflah olmaz kâfirler/fâsıklar da karşısında “el-Azîz”, “Zü’ntikâm”, “el-Âdil”, “el-Cebbâr” ve “el-Kahhâr” bir Rab bulurlar.

Kâfir ve fâsıklar, yeryüzünde refah ve zenginlik içinde yaşadıkça[28] kendilerine hiçbir gücün zarar veremeyeceğini, içinde yaşadıkları saadetin ilelebet devam edeceğini düşünürler[29] ve gitgide şımarırlar, kibirleri  ve zulümleri artar.[30] İşte tam bu anda ilâhî kudret onları kıskıvrak yakalar; ya ecelleri tamam olup defterleri dürülür ya da Allâh’ın onlara tanıdığı mühlet sona erer ve artık geri dönüşü olmaz bir şekilde tepetaklak yuvarlanırlar.[31]

Kendisini en ulaşılmaz bir yerde, müstağnî olarak saydıkları anda Allâh’ın ordularından küçücük bir taş, o kristalden yapılmış koca, ihtişamlı sarayı yerle bir eder.

Allâh’ı hesaba katmayan her güç, Allâh’a meydan okuduğunu düşünen her fânî er-geç yok olup gitmeye mahkûmdur. Tarih, bunların pek çok misali ile lebâlep doludur.

 

Mü’minlere Vaad Edilenler

Allah, yeryüzünü sâlih, sâdık ve muttakî kullarına vaad etmiştir. Adn Cennetleri de bu kullara tahsis edilmiştir. Dolayısıyla mü’min, muttakî, sâlih amel sahibi; dünyayı, Allâh’ın istediği şekilde rahmet, hikmet, ibadet ve vahiyle ziynetlendiren bu has kullar, elbette bu dünyada da, âhirette de çektikleri çilelerin, katlandıkları fedakârlıkların kat kat karşılığını göreceklerdir.

Yazımızı, bu husustaki ilâhî müjde ve vaatlerle sonlandırıyoruz:

“Andolsun Zikir’den (Tevrat’tan, Levh-i Mahfuz’dan) sonra Zebur’da (indirilen bütün kitaplarda) da: «Yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır.» diye yazmıştık.” (el-Enbiyâ, 105)

“Allah sizden îman edip sâlih amellerde bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sâhip ve hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyilğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaad etti. Çünkü onlar bana kulluk ederler ve hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” (en-Nûr, 55)

“Yeryüzüne ve üzerindekilere ancak biz vâris oluruz (her şey gider, biz kalırız) ve onlar ancak bize döndürülürler.” (Meryem, 40)

“Ve O, sizi yeryüzünde yaratıp türetendir. Ve siz sadece O’nun huzurunda toplanacaksınız!” (el-Mü’minûn, 79)

“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaad etti. Allâh’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (et-Tevbe, 72)

“Yine onlar, Rablerinin rızâsını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte onlar var ya, dünya yurdunun (güzel) sonu sadece onlarındır. (O yurt) Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanlarla beraber girecekler, melekler de her kapıdan onların yanına varacaklardır. (Melekler:) «Sabrettiğinize karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu (Cennet) ne güzeldir!» (derler).” (er-Ra’d, 22-24)

“…Ancak tevbe edip îman eden ve salih amellerde bulunan kimseler hâriçtir. Bunlar, Cennet’e girecekler ve hiçbir haksızlığa uğratılmayacaklardır. O Cennet, çok merhametli olan Allâh’ın, kullarına gıyâben vaad ettiği Adn cennetleridir. Şüphesiz O’nun vaadi yerini bulacaktır. Orada boş söz değil, hoş söz duyarlar. Ve orada, sabah-akşam kendilerine ait rızıkları vardır. Kullarımızdan, takvâ sahibi kimselere verdiğimiz Cennet işte budur.” (Meryem, 60-63)

“Îman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, halkın en hayırlısı da onlardır. Onların Rableri katındaki mükâfâtları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (huşû sahipleri) içindir.” (el-Beyyine, 7-8)

“Rablerine karşı gelmekten sakınan (muttakîler) ise bölük bölük Cennet’e sevk edilir, oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: «Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya!» derler. Onlar: «Bize verdiği söze sâdık olan ve bizi, dilediğimiz yerinde oturacağımız bu Cennet yurduna vâris kılan Allâh’a hamd olsun. Sâlih amelde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş!» derler.” (ez-Zümer, 73-74)

 

 

[1] Bkz. el-Bakara, 30.

[2] Bkz. el-A’râf, 189.

[3] Bkz. el-Bakara, 35; el-A’râf, 19.

[4] Bkz. el-Bakara, 34; el-A’râf, 11-18; el-Hicr, 28-38; el-İsrâ, 61-62; el-Kehf, 50; Tâhâ, 117, 120-121; Sâd, 71-85.

[5] Bkz. el-A’râf, 22; el-Kehf, 50; Tâhâ, 117-119; Yâsîn, 60.

[6] Bkz. el-Bakara, 36; el-A’râf, 19-22; Tâhâ, 115-122.

[7] Bkz. el-A’râf, 24-25; Tâhâ, 123.

[8] Bkz. el-Bakara, 30; el-En’âm, 165; el-A’râf, 69, 74, 129; Yûnus, 14, 73; Nûr, 55; Fâtır, 39; Sâd, 26.

[9] Bkz. el-Bakara, 22, 29; el-A’râf, 54; Yûnus, 3; Hûd, 7; el-Hicr, 19; en-Nahl, 15; el-Furkan, 59; Lokman, 10; es-Secde, 4; Kâf, 38; el-Hadîd, 4.

[10] Bkz. Hûd, 61.

[11] Bkz. el-Câsiye, 13; İbrâhim, 33.

[12] Bkz. el-Bakara, 36, 38.

[13] Bkz. el-Mâide, 27-31.

[14] Bkz. el-Ankebut, 2-3.

[15] Bkz. Hûd, 7; el-Kehf, 7.

[16] Bkz. el-Mülk, 2.

[17] Bkz. ez-Zâriyât, 56-58.

[18] Bkz. el-Bakara, 155-157; el-A’râf, 94-95.

[19] Bkz. el-Hadîd, 20.

[20] Bkz. eş-Şems, 8.

[21] Bkz. Âl-i İmrân, 14; Hûd, 15.

[22] Bkz. Âl-i İmrân, 14, er-Ra’d, 26; 185; el-Kasas, 60; el-Mü’min, 39; eş-Şûrâ, 36; el-Hadîd, 20.

[23] Bkz. Âl-i İmrân, 145; el-En’âm, 60; Yunus, 49; ez-Zümer, 42; el-Münâfikûn, 11; Nûh, 4.

[24] Bkz. el-Kehf, 46.

[25] Bkz. el-Müzzemmil, 20; el-Zilzâl, 7-8.

[26] Bkz. ez-Zümer, 53.

[27] Bkz. en-Nisâ, 48, 116; ez-Zümer, 53.

[28] Bkz. Âl-i İmrân, 196-197; Yûnus, 88-89.

[29] Bkz. Âl-i İmrân, 178.

[30] Bkz. el-İsrâ, 16; el-Kasas, 58-59.

[31] Bkz. el-A’râf, 34, 97-99; Yunus, 49; Hud, 101-102; el-Hicr, 5; en-Nahl, 45, 61; el-Fâtır, 45; eş-Şûrâ, 14; Nûh, 4.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle