İslam İçin Bu Kadarına Da Tahammül Etmeliyiz!

Ayşe Tuğçe Karas Hanımefendi’yle Hasbihâl -1

İSLÂM İÇİN BU KADARINA DA TAHAMMÜL ETMELİYİZ!

 

“Tut elimden kaldır beni,

Aşkın ile yandır beni,

Haber gönder, aldır beni,

Derde derman, ey Sultan’ım.”

Hepimizin hayat yolculuğu, birbirinden farklı hikâyelerle örülü… Her birimiz, bu yolculukta yalpalıyor, hatalara düşüyor, bazen tutunacak yer bulamıyor, nefsimizin şerrinden sığınmak için Rabbimiz’den başka bir liman bulamadığımızı iliklerimize kadar hissediyoruz. Kimi bu imtihanlı yolculuğun sıkıntılarına göğüs germekten vazgeçiyor, kimi Allâh’ın merhamet ve yardımı için yalvararak bu yolda elinden gelen cehdi gösterme niyetinde...

Herkesin imtihanı, kendi konumuna göre ve her birimiz kendi hayatımızın bize çizdiği çerçevede Allâh’ın rızâsını kazanmak için fedakârlıklarda bulunmak zorundayız. Evinde oturan ve günaha düşmek için tek imkânı bir-iki kelâm ettiği komşuları ile gıybet yapıp yapmama tercihinde gizli bir hanımın fedakarlığı “dilinde” belli olurken, oldukça varlıklı birinin imtihanı “parası” ile olabilir. Tuğçe Hanım, teşhircilik ve şöhret hastalıklarının çığ gibi büyüdüğü günümüzde, “güzellik ve şöhret imtihanları” ile karşı karşıya gelmiş ve bunlarla ilgili kalbini yokladığında, gönlüne düşeni yapmak için samimî bir adım atmış; Rabbimiz’in de Kur’ân-ı Kerîm’de “…Allah, kendisine yönelene hidâyet eder.” (bkz. er-Ra’d, 27) diye vaad ettiği üzere hidâyetin kapılarını kendisine açtığı kıymetli bir hanımefendi…

“Yola düştüm, yarda kaldım.

Güle düştüm, harda kaldım.

Dile düştüm, darda kaldım.

Dile ferman, ey Sultan’ım!”

Bu yol, çileli bir yol… Ayşe Tuğçe Hanım’ın bu yolculuğu sırasında karşılaştığı pek çok yıpratıcı davranış olmuş. Bunların başında, onun hayatında tevbe ile açtığı yeni sayfayı hasetle karşılayıp sürekli eski defterleri açma gayretinde olanlar geliyor.

Kulların birbirine imtihan vesîlesi kılındığı bu dünyada, şeytanın bizi küstürüp kenara çekilmeye itmemesi için, uyanık olmamız gerekiyor. Tuğçe Hanım’ın mankenlik kariyerini noktalamasının ardından râm olduğu yol da, “Afrika’ya uzanan bir hayır yolu” olmuş. Bir tekkenin kapısına kundakta bir bebek olarak bırakılmasının ardından ona kol-kanat geren sevgi dolu bir âile veren Allah, onu hidâyet nûruyla yıkayıp güzel kullarına iyilikler ulaştırmaya vesîle kılmış. Duhâ Sûresi’nin, “O, Seni yetim bulup barındırmadı mı?” (ed-Duhâ, 6) âyet-i kerîmesini akla getiren bu güzel yolculuğu, Allah Teâlâ’nın bereketli kılmasını niyâz ediyoruz.

“Yollarımı Sana getir.

Her sonucu Sen’de bitir.

Yiteceksem Sen’de yitir.

Derde derman, ey Sultan’ım”

Allah hepimize O’nda yitecek güzel yollarda seyreylemeyi nasîb etsin. İslâm ve hidâyet nîmeti için şöhretin zirvesinden Cenâb-ı Hakk’ın kapısına rücû eden Afrika kökenli Ayşe Tuğçe Güder Karas kardeşimizin ibret dolu hikayesi ile sizleri başbaşa bırakmak istiyorum.

Özellikle genç kızlarımızın okuyup ibret alacağı bir hidâyet öyküsü… Buyurun.

 

Ayşe Tuğçe Güder Karas Hanımefendi, sizi tanıyabilir miyiz?

1984 İstanbul doğumluyum. Dünyaya gelir gelmez beni doğuran kişi (hiç görmediğim tanımadığım annem) bir Ramazân-ı Şerîf gecesinde beni Kadem-i Şerîf Tekkesi’nin türbesine bırakmış. Türbedar Sâkine Teyze beni bulunca alıp Fatih Polis Karakolu’na getirmiş. Karakoldaki polisler:

“-Sâkine Hanım, bu çocuğa sen bak, devlet yurdunda bu yavrucak zâyi olur. Senden iyi bu çocuğa kimse bakamaz.” demişler.

Sâkine Teyze beni kucaklayıp eve getirmiş. Kendisinin de dokuz erkek, üç kız çocuğu varmış. Eve beni getirip durumu anlatınca, en büyük oğlu:

“-Anne, bu bebeği biz bakıp büyütemeyiz. İleride bu kız büyüyünce bize nâmahrem olacak. Bize de ona da çok büyük sıkıntı olur. Bu İslâm’a uygun değil!” deyince, Sâkine Teyze beni alıp devlete teslim etmek zorunda kalmış.

İki hafta kadar Dârü’l-Aceze’de kalmışım. Sonra beni bir Alevî âile evlât edinmiş. Annem Gümüşhaneli, babam da Tokatlıydı. Onlar da devlet yurtlarından evlât edinmek için sıradalarmış. Onların sırasına ben denk gelmişim. Devlet memuru onlara:

“-Ebeveynler genelde sarışın, renkli gözlü, güzel bebekleri almak istiyorlar. Ama sizin sıranıza siyâhî bir bebek denk geldi. Almak ister misiniz? Yoksa sıranızı başkasına devredelim mi?” demişler.

Onlar da:

“-Hayır, bizim için fark etmez; siyâhî bebeği alabiliriz.” demişler ve beni evlât edinmişler.

Annem-babam gerçekten çok iyi insanlardı. Ama İslâmî bilgileri hiç yoktu. Dediğim gibi, Alevîlerdi. İstanbul Etiler’de ikamet ediyorduk. Beni gerçekten sevgiyle büyüttüler. Ben dokuz yaşıma gelince, Ramazan ayı girdiğinde arkadaşlarımla oruç tutmaya başladım. Onlar ben oruç tutayım diye beni sahura kaldırırlardı. Kendileri tutmazdı, ancak benim tutmama da hiç müdahale etmezlerdi. Arkadaşlarımla camiye teravihe giderdim. Babamın çok tuhafına giderdi:

“-Biz sana İslâm’ı öğretmedik. Sen nasıl oluyor da İslâm’a böyle ilgi duyuyorsun?” derdi.

 

Belki gerçek anneniz, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın annesi gibi sizi mecbur olduğu için bırakıp Allâh’a emanet etmiştir. Sizin İslâm ahlâkı ile büyümeniz için Allâh’a hep duâ etmiştir, kim bilir?

Bilemiyorum, ben de öyle hissediyorum ve öyle olması için duâ ediyorum. Çünkü İstanbul Samatya’da bırakabileceği birçok yer varken Kadem-i Şerîf Tekkesi’ne bırakması bana mânidar geliyor. Ama bazıları da, “Kötü birisi olmalı ki, seni bırakmış!” dediklerinde üzülmeden geçemiyorum açıkçası… İnşâallah bir gün buluşur, tanışır ve helâlleşiriz.

Bıraktığı yere hiçbir iz bırakmamış; ne isim, ne de bir mektup... Beyaz bir örtüye sarılıymışım, başka bir şey yok.. Annemi çok aradık. O civardaki bütün hastahane kayıtlarını incelettik. Şimdiki gibi bir arşiv de yok zaten... Anneme dair biz iz bulamadık. Ama “Gerçek anneni, âileni merak ediyor musun?” diye soran oluyor. Evet, çok merak ediyorum.

 

Türbedar Sâkine Teyze ile tanışma fırsatı buldunuz mu?

Evet, evlendikten birkaç yıl sonra eşimle o bölgelere gittik, arayıp bulduk. Eşim kendisine:

“-Sâkine Teyze, türbede bulduğun bebeğin yıllar sonra seni bulup çocuklarıyla birlikte sizi ziyaret edeceği hiç aklına gelir miydi?” dedi.

Sâkine Teyze de:

“-Allâh’a emanet edilen bir şeyin zâyî olmayacağını adım gibi biliyordum.” dedi. “Ben onu Allâh’a emanet etmiştim...”

 

Hayat hikayenize, kaldığımız yerden devam edelim mi?

Evet, dokuz yaşımda oruç tuttuğumu anlatıyordum. Oradan devam edelim. Evimizde bir gün çok eski bir Kur’ân bulmuştum. (Hâlâ bu Kur’ân-ı Kerîm bende duruyor.) Sürekli bu Kur’ân’la geziyordum. Onun sayfalarına bakar, okuyup anlamaya çalışırdım. Hattâ bir gün Kur’ân-ı Kerîm’i alıp İmam Hatip’te okuyan arkadaşlarımın yanına gitmiştim. Onlara:

“-Siz Kur’ân okumayı biliyorsunuz, bana da anlatın; bu Kur’ân’da ne yazıyor, Kur’ân bize ne anlatıyor?” diye merakla sormuştum.

 

Alevî bir âilenin evine bu Kur’ân nereden gelmiş?

Babamın iş yerinde kazı yapılırken toprağın altından çıkmış. Muhtemelen Kur’ân okumanın yasak olduğu dönemlerde oraya saklanmış olmalı… Ben Kur’ân’ın meâlini sesli sesli okuduğum zaman babam bana:

“-Tuğçe okudukların yeter!” Hattâ “Kapat artık Kur’ân’ı!” derdi.

Çünkü İslâm’a dair hiçbir bilgiye sahip değillerdi. Biz hidâyete kavuştuktan sonra eşimin babama yaptığı tebliğler vesîlesiyle yaşlılığında namaza başladı, çok şükür… Annem bizimle umreye gitti. Önce annem, 2015’te de babam vefat etti. Ama âhir ömürlerinde İslâm’a kavuşup müslümanca vefat ettiler ve câmiden cenazeleri kalktı, çok şükür…

Afrika’ya hizmete başladığımızda, babam bana:

“-Sen Afrika’ya gerçek âileni mi aramaya gidiyorsun?” diye sitem etmişti.

Âilemi bulup onlardan kopacağım diye çok korkarlardı.

Ben kendi âilemi arama çalışmalarıma, onlar vefat ettikten sonra başladım, onları kırmak istemediğim için... Bir de ben hidâyete kavuşunca, “Allah bana hidâyeti nasîb etti; örtüyü, namazı nasîb etti. Demek ki âilem de dindar olmalı.” diye onları arama merakım arttı.

 

Biraz da hidâyete kavuşma vesîlenizden bahsedebilir misiniz?

Ben liseyi bitirdim, üniversiteye başladım. Tabiî boylu-poslu, endamlı, siyâhî bir genç kızım. Bulunduğum ortamlarda hep dikkatleri üzerime çekiyordum. Herkes:

“-Çok güzelsin, güzellik yarışmalarına katılsana!”

“-Modellik, mankenlik yapmalısın!” diyordu.

Benim de nefsime hoş geliyordu. Annem hiç bu yola girmemi istemedi. Ama ben bir şekilde onu ikna ettim.

“-Sadece iki sene yapıp bırakacağım!” dedim. Fakat yine de birkaç ay benimle konuşmadı. “İki sene diye” başlamıştım, ama “o iki sene, oldu, on iki sene”…

Bir ajans ile anlaşıp modelliğe başladım. 2005 yılında, her yıl düzenlenen uluslararası bir yarışmaya katılarak Türkiye’nin en iyi mankeni seçildim. Ayrıca Türkiye’yi “Dünyanın En İyi Mankeni” yarışmasında da (Best Model of the World) unvânıyla temsil ettim.

Bu yarışmalar, beraberinde film, dizi ve reklâm gibi şöhrete giden yolların kapılarını açtı. Bunları, “insanları günahlarıma şâhit tutmak için” anlatmıyorum. İnsanlara, nerelerden ve ne zorluklarla hidâyete ulaştığımı anlatmak için söylüyorum. Bir de gençler buralara çok özeniyor, ben de oraların gerçek yüzünü anlatıp o handikaba düşmelerini engellemek istiyorum. Ben, o dönemlerime, “câhiliye dönemlerim” diyorum.

O dönemlerimde her şeye rağmen namazlarımı kılmaya gayret ediyordum. Ramazan oruçlarımı tutuyordum. İftar saatlerinde arkadaşlarımı arayıp:

“-Ben burada müzik sesinden başka hiçbir şey duymuyorum. Ezan okundu mu, iftar vakti geldi mi?” diyordum.

Yani bir tarafım uçuruma doğru giderken, içimdeki mânevî tarafım da oradan çıkmaya gayret ediyordu. Allah ile bağımın kopmaması için bildiğim kadarı ile İslâm’ı yaşamaya gayret ediyordum. Benim hidâyetimi duyan o cenahtaki arkadaşlarım hiç şaşırmadı. Örtündüğümü duyduklarında:

“-O zaten muhâfazakâr bir kızdı!” demişler.

Hâlbuki o câhiliyenin çamurunda ne kadar muhafazakâr olabilirsiniz ki…

 

Biraz da oralara özenen gençlerimize, oraların gerçek yüzünden bahsedebilir misiniz?

Son yıllarda birçok dindar anne beni arayıp:

“-Biz dindar bir aileyiz; kızım model veya artist olmak istiyor. Onu ikna edemiyoruz. Ne olur onunla konuşup ikna edebilir misiniz?” diyor.

Medyanın yaldızlı reklâmları maalesef gençlerimizi aldatıyor. Eşim sağ olsun, bu tür arayanlar oldu mu, beni hemen götürüyor. Çünkü ara ara düşünüyorum:

“-Ben podyumlardayken beni gören bir müslüman da neden çıkıp bana İslâm’ı tebliğ etmedi? Neden kardeşim bu yoldan kaç, burası Cehennem’e gidiyor!” demedi bana?!

İşte bu yüzden bir çığlık duyduğum her yere yetişmeye çalışıyorum. Yeter ki bir genç daha kurtulsun... Gidiyorum, gençlerle tek tek konuşuyorum. Çoğunu da Allâh’ın izni ile ikna ediyoruz. Ama bazıları:

“-Ben de senin gibi biraz mankenlik yapayım, sonra hidâyete dönüş yaparım!” diyor.

Ama ben hiç bilmiyordum ki İslâm’ı... Etrafımda öğretecek kimsem de yoktu. Bildiğim, duyduğum her şeyi de Allâh’a yaklaşmak için yapmaya gayret ediyordum. Şimdi sizin temiz, helâl, güzel ve doğru olan Allâh’ın yolunu bırakıp bile bile günah yolu tercih etmeniz aynı olur mu? Bir de ya nefsini ikna edemezsen ne olacak?

Velev ki döndün… Sen dönsen de üzerinde o çamurların izi kalıyor. “Allah, tevbe edenin günahını silerim!” diyor, fakat insanlar o eski hayatını ve günahlarını aslâ unutmuyorlar, her fırsatta yüzüne vuruyorlar. Şimdi bir de sosyal medyanın gücü var. Medyaya düşen resimlerini silip kaldıramıyorsun.

Oğlum henüz on bir yaşında; biz ona geçmiş hayatımızdan hiç bahsetmedik. Ama birisi benim resimlerimi oğluma göstermiş:

“-Senin annen önceden modeldi!” demiş.

Şimdi ben bunu gösteren kimsenin maksadının ne olduğunu da anlayamıyorum. Ama genç kardeşlerime diyeceğim şu ki; geçmişiniz peşinizi bırakmıyor. Çünkü gelinen yerde açık bir şekilde Allâh’ın yasakladığı ahlâksızlıkların hepsi var. “Ben kendimi bir şekilde korudum!” demekle de olmuyor yani…

Hidâyete kavuştuğum 2011 yılından beri, Google’dan resimlerimin kalkması için uğraşıyorum; mahkeme kararı var, fakat kaldırtamıyorum. (Ağlıyor.) Bu yük, beni psikolojik olarak çok yoruyor. Bazı dindar hanımlar da yarama âdeta tuz basıyorlar.

“-Şimdi böyle örtünmüşsün, ama o resimlerin ne alâka?” diyorlar. Ben de:

“-Kardeşim eğer teheccüde kalkıyorsanız benim için duâ edin. Ben de o resimleri sildirmek istiyorum, ama sildiremiyorum.” diyorum.

İnsanlar o resimleri benim koyduğumu ve istediğim zaman da silebileceğimi düşünüyorlar herhâlde… Ama öyle değil işte… Medyanın elinde olan resim, artık senin elinde değildir. Onun resmidir artık…

 

Peki modelliği bırakmaya nasıl karar verdiniz?

Evlendikten sonra da aktif olarak modelliğe devam ettim. Hattâ en büyük oğluma hamileyken bile podyumlara çıktım. Eşimin âilesi de aslında muhâfazakârdı, ama bana karışmazlardı. Eşim, kaynım ve ben; üçümüz farklı idik. Üçümüz hep birlikte hidâyete yöneldik. Eşimle bir iş ortaklığı sebebi ile tanışmıştık. Âilesi muhâfazakâr olduğu için bizim nikâhsız dolaşmamızı istemedi. Beni ailemden istediler. Her şey kültürümüzde olduğu gibi oldu; nişan, dînî nikâh, düğün… Hepsi çok hızlı oldu bitti.

Âilem alevî olsa da ahlâk kurallarına çok dikkat ederdi. Ben bu işe başladığımda babam beni hiç yalnız bırakmadı. Babam, defilenin bitiş saatinde gelir; beni alır, eve götürürdü. O mecralarda uçurumlara yuvarlanmadıysam, âilemin beni hiç yalnız bırakmaması, sürekli yanımda olması sebebiyledir. Âilesi olmayan veya arkasını arayacak kimsesi bulunmayan genç kızlar, o mecrâlardan çok kolay fuhşiyat yoluna kayabilirler. Çünkü iş sabit bir iş değil; bir gün var, bir gün yok! Düzenli bir gelir kapınız yok yani...

Bu kızların çoğu kendi başlarına yaşıyor; ev kirasını, faturalarını ödemek zorunda… Bunları düzenli ödeyecek geliri veya âilesi yoksa, sistem onu acımasız çarkında öğütüp başka bir yolun yolcusu yapıyor maalesef! Bazıları da o lükse, şatafatlı hayata alışınca bunu kaybetmemek için ya zengin bir adama köle oluyor. Ya da kötüsü olacak… Ama o model kızların içinde çok iyi, tertemiz kızlar da var. Sadece birilerinin onlara el uzatıp doğru yolu göstermesine muhtaçlar… Her gün onlar için duâ ediyorum. Onlar büyülenmiş gibi, o şöhretin verdiği sarhoşlukla doğruyu göremiyorlar! Allah hepimize Kur’ân ve Sünnet yolunda kul-köle olmayı nasîb eylesin!

Sizin sorunuza tekrar dönecek olursak… İlk oğlum doğduktan sonra sürekli beni ajanstan arayıp:

“-Podyumlara ne zaman döneceksin?” diye sormaya başladılar.

“-Ben de kilolarımı verip dönerim, ben sizi ararım!” diyordum.

Ancak bir türlü aramıyordum. O sıralarda annemin arkadaşları umreye gidip gelmişti. Ben onların heyecanından çok etkilenmiştim, ben de umreye gitmek istedim. Arkadaş grubumuzla umreye gittik. Hattâ annem de bizimle geldi. Umrede dünyanın her yerinden gelip Kâbe’yi tavaf eden insanları uzun uzun seyrettim ve:

“-Allâh’ım, bu kadar insan aptal olamaz! Hepsi Allâh’ın rızâsı için çırpınıyorlar. Aman yâ Rabbi, biz nerdeyiz, ne işlerle meşgul oluyoruz?!” dedim.

İstanbul’a dönünce de İslâmî arayışlarım başladı. Önce çok eski bir Kur’ân aramaya başladım. “Güyâ Kur’ân değiştirilmiş olabilir; ben en eskisini, en doğrusunu bulayım!” diye düşünüyorum. Görüyor musunuz şeytan bana nereden yaklaşmış? Aslında burada nefsim doğruyu aramaktan ziyade, bir keçi yolu arıyor. Âdeta İslâm’ı yaşamamak için bahane arıyordum. Çünkü hakkı gördükten sonra ikinci merhale, “Bu hakkı hayatıma nasıl adapte edeceğim?” korkusu oluyor. “Ben dönüş yaparsam arkadaşlarım ne der? Çevremi kaybeder miyim?..”

Eşim, hiç örtünmemi istemiyordu. O nasıl tepki verir diye korkuyordum. Ama yavaştan tesettürlü giyinmeye başladım; önce uzun kollu kıyafetler, uzun etekler… Hattâ bir arkadaşım beni görünce:

“-Amma tesettürlü giyinmişsin! Bir başını kapatman kalmış, beynin örtünmüş senin!” demişti.

Umreden dönüşümün on beşinci günü, bahçemizde açık kıyafetlerimi, topuklu ayakkabılarımı ve açık resimlerimin hepsini yaktım. Sürekli Allâh’a duâ ediyordum. “Allâh’ım, ne olur bana yardım et, bana bir çıkış kapısı lûtfet!” diyordum.

O sıralarda değişik rüyalar görmeye başladım. Bu rüyalardan birisi beni çok etkilemişti. Rüyamda sinema salonu gibi bir yerdeyiz. Herkes âkıbetlerini izliyor. Perdeler açılıyor. Bir tarafta benim modellik yaptığım hayat gösteriliyor. Bir tarafta da başı örtülü hocahanımlar var. Hepsi de çok mutlular; arkalarından sel gibi yetiştirdikleri talebeler geliyor. Onlar bunları görünce daha da mutlu oluyorlar. Benim taraf ise çok üzgün ve çok büyük bir pişmanlık var. Benim tarafımdaki herkes, o kadar zor bir durumda ki, çıkacak delik arıyor. Ben bu rüyamı seyyidlerden bir hocaya anlattım. O hocamız bana:

“-Kızım, Allah akıtır, akıtır. Baktı ki gönderdiği uyarılarla kulu doğru yola gelmiyor. Sonra bu uyarıları bırakır, kulu da kendi hâline bırakır. Aman kızım, bu şefkat uyarılarını gözardı etme!” dedi.

Ben de namaza başladım. Ama henüz başımı örtemedim. Bir gün eşimle Eyüp Sultan Hazretleri’ni ziyarete gittik. Ben namazımı kılıp çıktım, arkamdan bir hanım bağırıyor:

“-Afrika ehl-i sünnet, mâşâallah!”

Beni siyâhî olarak görünce Afrikalı zannetti. Ben de dönüp:

“-Ben Afrikalı değil, Türk’üm!” deyince tabi şaşırdı.

Sonra kendisi ile tanıştık. İsmi Memduha Çebi Hocahanım… O da benim gibi sonradan hidâyete ermiş bir insan... Mahmud Efendi Hazretleri’nin medreselerine kendisini bir kapatmış, ilmini tamamlayana kadar oradan çıkmamış. İlmini tamamlayınca da kendisi gibi olan insanların hidâyetine vesîle olmak için gördüğü her açık insana yapışıp eski fotoğraflarını göstererek nasıl doğru yolu bulduğunu anlatır. Hiç çam devirmeden karşısındaki insanın kalbine girer, bir şekilde ona İslâm’ı sevdirirdi. Belki o yollardan geldiği için mi bilmiyorum, insanlar üzerinde müthiş bir tesir bırakıyordu. Tanışınca bana:

“-Sen ne kadar güzel örtünmüşsün!” dedi. Ben de:

“-Ben henüz örtünmedim.” dedim.

“-Nasıl yani? Bu kadar güzel örtünen birisi nasıl açık olabilir ki?” derken gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu. Ben de onun gözyaşlarını görünce:

“-Ne olur örtünebilmem için bana duâ edin. Ben sadece namaz kılarken örtünüp sonra başımı açınca Allâh’ı kandırıyormuşum gibi hissedip çok üzülüyorum. Örtünmek istiyorum, ama yapamıyorum!” dedim.

Memduha Hocahanım orada ellerini kaldırıp gözyaşları içinde duâ etmeye başladı:

“-Allâh’ım, bu kızcağıza yardım et! Ona tesettürü kolaylaştır.” dedi. Bana da:

“-Kızım, bitiş çizgisi gittikçe yaklaşıyor. Biz zaten geç başladık. Aman kardeşim, acele et ve yetişmeye çalış!” dedi.

Bu hâdiseden sonra Kur’ân öğrenmeye başladım. Bunun için de Yalova’dan İstanbul’a gidip geliyordum. İstanbul Büyükşehir eski belediye başkanı rahmetli Kadir Topbaş Beyefendilerle biz aile dostuyduk. Onun yengesi var, Ayla Abla adında. Bir gün bana:

“-Tuğçe kızım, sen çocuklarınla İstanbul’a gidip gelirken çok yoruluyorsun. Yalova’da bir hocahanım var, Özbek Mağfiret Hanım… İlmini Riyad’da almış. Çok ihlâslı bir hocahanım… Biz sana onu ayarlayalım.” dedi.

Sonra kendisi de İstanbul’dan gelip bizi Mağfiret Hocahanım’la tanıştırdı. Mağfiret Hocahanım beni açık görünce:

“-Kızım, lütfen buraya gelirken başınızı örtüp öyle gelin. Allah yolunda ilim alıyorsun, neden hâlâ zorlanıyorsun? Ört başını gitsin! Niye bu kadar nefsinle cedelleşiyorsun; yap gitsin. Şimdi yapmazsan hiçbir zaman yapamazsın! Sen adım at; başını örtünce zorlanacaksan da örtülüyken zorlan!” dedi.

Onun bu telkinleri beni bayağı cesaretlendirdi. 11 Temmuz 2011’de örtündüm. Ama çok zorlanıyordum. On beş gün sonra örtümü çıkarmaya karar verdim. Çünkü eşim örtünmemi hiç istemiyordu. Babam görünce çok tepki gösterdi:

“-Senin beynini kim yıkadı? Kayınvaliden zorla mı örttü?” diyordu. Ben:

“-Hayır, kendi kararımla ve sadece Allah rızâsı için örtündüm!” desem de kimseyi ikna edemiyordum.

Henüz örtüneli on beş gün olmuştu.

“-Nasılsa beni kimse örtülü görmedi, en iyisi ben başımı açayım.” dedim. O gün de evdeyim, kapım çaldı. Ben kapıyı başörtülü açtım. Bir arkadaşım gelmiş beni başörtülü görünce çok şaşırdı.

“-Sen namaza mı başladın, yoksa örtündün mü?” dedi. Ben de:

“-Örtünmüştüm, ama açacağım. Eşim ve ailem çok problem yaptı.” dedim. Arkadaşım da bana:

“-Benim eşim her gün başörtümden dolayı bana kızıyor; «Başını aç, yoksa seni boşarım!» diyor. Hatta başörtümden nefret ediyor. Dışarı çıktığımızda benimle birlikte yürümüyor. Ama ben «Ne yaparsan yap, istersen boşa, ben başımı açmam!» diyorum.” dedi.

O an söyleyenden ziyade söyletene baktım ve arkadaşımın îman gücüne hayran oldum. Ve arkadaşımın duruşundan çok etkilendim:

“-Allâh’ım, bana ilim, eşime de âcilen hidâyet nasîb et!” diye duâ etmeye başladım.

Eşim de o günlerde Kur’ân meâli okumaya başlamıştı. Bir gün bir rüya gördü ve o rüyadan sonra o da hidâyet yoluna ulaştı, elhamdülillah! Ama o rüyayı bize hiç anlatmadı. Ve ikimiz de âcilen; “zarûrât-ı dîniyyemizi kurtaracak kadar ilim almalıyız!” diye düşündük.

Eşimden evvel kardeşi Muhammed hidâyete kavuşmuştu. Bekâr olduğu için hemen medresede yatılı kalıp ilim öğrenmeye başladı. O uzun yıllar kaldı. Sonra eşimle biz de yatılı kalalım diye düşündük; eşim erkek medresesinde ben kucağımda iki aylık bebeğimle kız medresesinde yaklaşık iki ay kadar kalıp hızlandırılmış eğitim aldık. Çok şükür. O kadar ilme açtık ki, arkadaşlarımla mânevî sohbet arayışına girdik. İstanbul’da hangi hocayı duysak sohbetlerine katılmaya gayret ediyorduk. (Devam edecek…)

 

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle