Taş, Toprak Ve Bahçıvan

Yıllar yılı aynı mekânı paylaşmış, aynı havayı solumuş, aynı misafirleri ağırlamışlardı. Her ne kadar yaratılışları başka başka olsa da, iyi anlaşırlardı. Taş, yarıdan fazlasını toprağa gömmüş, orada rahat ve güven bulmuştu. Toprak da bu güne kadar taşı hiç reddetmemiş, onun varlığından rahatsızlık değil, mutluluk duymuştu.

Her dem, aynı kararda geçmez elbet. Her varlık kendi içinde ayrı bir âlem, ayrı bir sır... Gün oldu, taş da toprak da pek şen oldular, şakalaşıp gülüştüler; gün oldu kâh biri, kâh diğeri gamlandı da, ağlayıp dertleştiler...

Taş, gözünü toprağa dikti o gün... Endişelendi. Çünkü toprak, nicedir dil kesmiş, konuşmaz, gülmez olmuştu. Merakla sordu:

“−Yüzün ne de çorak... Oysa hayretle hissediyorum ki, için ağlamada ve bağrında sular kaynamada... Üstelik kaynayan bu su öylesine sıcak ki, ayaklarımı yakıyor... A toprak, nedir bu hâl ki, derinlerinde sular coşarken, dışın suya hasretmişçesine yarılıp çatlıyor? İçin bereket kokarken, yüzündeki bu kuraklığın sebebi nedir?”

“−Hasretim!..” dedi toprak...

“−Hayret…” dedi taş... “Bütün otlar ve çiçekler senin üzerinde can bulurken; böcekler yollarında gezinir, köstebekler, karıncalar sende yuva yaparken, neye hasretsin? Bulutlar aşkınla ağlayıp, gözyaşlarıyla yüzünü öperken; asırlık nice ağaç, köklerinin en ince dallarını bile güvenle sana dayarken; kalanlar, en çok sevdiklerini, hiç tereddütsüz senin kucağına gömüp giderken; tüm varlıklar sana muhtaç ve sana hayranken; böylesi sevilir, istenir ve arzulanırken, hasretini çektiğin nedir ki? Uğruna nice kavgalar, nice savaşlar, nice düğünler yapılırken; böylesine kıskanılır ve paylaşılmazken, bu kadar değerli ve özelken; adına nice türküler yakılır, nice şiirler yazılırken; diken de gül de sende hayat bulurken, içinin bu kadar yanması ve kaynaması niye?”

Toprak, bu soru üzerine, yarası deşilmiş hasta gibi inledi... Hani, niceleri kalabalıklar içinde yalnızdır da kimseler anlamaz... Hani niceleri, anası babası varken, yetim ve öksüzdür de, kimseler bilmez...

Ve hani niceleri, gülümsemeler altında gözyaşı, heybet altında gariplik ve kudret altında acz gizler de kimseler fark etmez... Toprağın hâli de böyleydi sanki...

Taş, toprakta bu hâli sezince, daha da şaşırdı.

“−Yâhu.” dedi, “Ben beni bildim bileli ayaklarım bağrına saplı, başım da üzerindedir, hayret ki, senin bu mahzunluğunu fark etmemişim... Taşım işte, hoş gör... Gerçi, benim cinsimden olup da içinden sular fışkıran, yana yana, döne döne ulu dağlardan yuvarlanan atalarımı duydum ama, nerde bende öyle duygu, öyle yürek... Yine de, merak ettim, söyle de, duyayım artık, kime hasretsin? Hem altında, hem üstünde, nice canlı şenlik ederken, senin yasının sebebi nedir?”

Toprak, içlendi temelli... Titredi... Taş sandı ki, bu titremeyle, içeride kaynayan sular, kuru yarıkların arasına dolacak... Ama öyle olmadı... Ve toprak, içi sımsıcak coştuğu hâlde, yüzü durgun ve kurak, dedi ki:

“−Bahçıvana hasretim!..”

Bu cevap üzerine taş, inanmaz bir tavırla şunları söyledi:

“−Bahçıvana mı hasretsin!?. Sen delirdin mi toprak! Ondan ne hayır gördün ki? O her fırsatta gelir, karnını yarar, canını yakardı. Kazmasıyla ne zaman deşse bağrını, acıyla haykırdığını duyardım. Küreğiyle yüzüne yüzüne vurur, incitirdi seni... Üzerinde büyümüş otları hiç acımadan söker alırdı. Otların kökleri vücudundan ayrılırken, yüzünün acıyla dolduğunu görürdüm. Seni, alışık olduğun sükûnetten hoyratça uzaklaştırır, parçalanmana, dağılmana, feryâd ile sağa sola savrulmana sebep olurdu. Elleriyle okşayacağına, ayaklarıyla basardı yüzüne. Seni incittiği için kızar da, yüzüne bile bakmazdım! Sen ne diyorsun Allâh aşkına!?. Hüznünün sebebi, o bahçıvanın ayrılığı mı gerçekten? Nicedir yanına uğramadı da rahat ettin biraz... Sana rahatlık mı battı a toprak, başka kimse bulamadın da, can düşmanına mı sevdâlandın?”

Toprak, arkadaşından duyduğu bu sözler üzerine, hiç beklenmedik bir şekilde celâllendi ve dedi ki:

“−Sus! Unutma ki dışımın tüm çoraklığına rağmen, içim hasretle kaynamadadır. Hasreti doğuran ananın, sevgi olduğunu bilmez misin! Sevenin sevdiğine söz söyletmeyeceğini, sevdiği için, en yakınını bile hiç düşünmeden fedâ edebileceğini duymadın mı! Yıllar var ki işte burada, seninle birlikteyiz. İyi bil ki bahçıvan için ne söylersen söyle, Allâh’ın izniyle bu davranışın ancak ve ancak, ona olan muhabbetimi perçinler. Sen onun hakkında kötü de desen, iyi de desen, benim için birdir. 

Fakat unutma ki, seven, sevdiği için îcâbında canını vereceği gibi, gözünü kırpmadan can da alır! Korkma! Seni öldürmekten bahsetmiyorum. Fakat seni kendi gönlümde ölü ve yok saymam, sana ölüm acısını duymaktan daha ağır gelmez mi? Dost olanlar için ayrılık, ölümden daha acı değil midir? Ey taş! Eğer dostumsan, bahçıvan için bu şekilde konuşma! Çünkü senin dostluğunu kaybetmeyi istiyor değilim...”

Taş, toprağın bu âni tepkisi karşısında, söylediklerine pişman olarak:

“−Özür dilerim.” dedi. “Ama ben hep onun sana cefâ ettiğini düşünür ve içten içe senin için üzüntü çekerdim.”

Toprak, bu söz ile biraz sakinleşti ve ağlarcasına baktı taşa... Sesine, öncekine hiç benzemeyen bir ton hâkim olmuştu. Bunun nasıl bir ton olduğunu târif etmek çok güç... Zirâ anlatılamayan, îzâh edilemeyen hâller vardır.

İşte o hâllerden biri içine dalmış olarak, sözlerine şöyle devam etti toprak:

“−Seni bahçıvana düşman edenin, bana duyduğun muhabbet olduğunu sanıyorum. Yıllardır vefâlı bir dost, iyi bir arkadaş oldun bana... Hep de öyle kalmanı istiyorum. Şaşırdığını biliyorum fakat, senin can düşmanı dediğin, hasretiyle bile canıma can katmadadır. Sen kızıp yüzüne bakmamakla, kendini fakirlerden kılmışsan, ne söyleyebilirim. Zenginlik onun bakışlarında vücut bulur. Sen, sırf benim acıyla âh edişimden ötürü bahçıvana öfkelenmiş ve o feryattaki mutluluğu sezememişsen, ne yapabilirim... Ben onun varlığıyla yaralı bir mecnuna dönsem de, onsuz yaşamak bana acıdan gayrı bir şey vermez. Öyle bir acı ki bu, nefesimi keser bazen. O yanıma gelip de bağrımı deşmese, öleceğimi sanırım. 

Hayat... Benden fışkırdığını sandığın hayat, ancak onun aşkındandır. Onun her darbesiyle ferahlar, kendime gelirim. O ki, senin gözünde bana işkence etmekte olan bir zâlimse de, hakikatte beni yüceltmekte, beni anlamlı kılmakta, bana şifâ bahşetmekte olan bir hekimdir. Sen bilmezsin, onun, kazmasıyla yardığı demlerde, nice sızı çekerim ama, açtığı çukurlara öyle sihirli tohumlar bırakır ki, vakti gelip de o tohumlar, yüzümde rengârenk birer çiçek olduklarında, imrenmeyen tek canlı kalmaz. Böceği, kuşu, insanı ve yağmuru bana râm eden, onun bana dokunuşudur. İliklerimin hicran ateşiyle yanıp kavrulduğunu duyarım ey taş! Bahçıvan lûtfedip yüzüme bakmasa, her bir hücrem ayrı ayrı kederlenir. Beni temelli bırakıp gitse, sadece yüzüm değil, bağrım da çorak kalır da, işte o vakit, ne sevenim, ne isteyenim, ne de uğrumda ölenim olur. Bana biçilen değer, bahçıvanın bana bakışı, benimle ilgilenişi, beni umursayışı kadardır. Ne çok, hem ne çok söz var ya söyleyecek, çoğunu dilimin ucuna gelir gelmez yutar da, sineme gömerim... Bazı sözler vardır ki, hiç söylenmemeli, hiç...

İşte varlığından ötürü şaştığın, ayaklarımı yakıyor dediğin kaynak, söylenilmemiş o sözlerden ve o hasretten doğmadadır. Eğer canım, onun darbeleriyle yanmış olmasaydı, ne bilirdim ateşi? Ve eğer, sevdâlanmasaydım, ezâsına bile hasret çeker miydim? Vallâhi o öyle bir ezâdır ki, devâdır... Öyle bir ölümdür ki hayattır... Biraz daha gelmezse, beni biraz daha öksüz korsa, beter olurum... Bereketimin de, verimliliğimin de sırrı bahçıvandır. Rahmet her gün yağsa bile, benim suya doyuşum, bahçıvanın usta elleriyle açacağı kanalların varlığına bağlıdır. O mahâretli elleriyle beni biçimlendirmezse, seller alır götürür beni. O ilgilenmezse, işe yaramaz bir avuç topraktan gayrı bir şey olamam. Ama o ilgilenirse bahçe olurum, bağ olurum, bostan olurum da, açlar gelir, mahsülümden gıdalanır. Bahçıvanın bir nazarı değse, yüzümde güller açar da, o güllerin kokusundan, nice bülbül sarhoş olur. O bakıp gülümsediği zaman, yüzüme renk gelir de, o rengin güzelliğinden, nice dilsiz, şâir olur. 

Ey taş! Bilesin ki, tüm cevherler, keşfedilmeyi bekler. Ve her cevher, kendisini arayanı çeker... Toprağım... Ayağım kesik, kolum kırık... Kendi kendime yapacağım bir şey yok... Kendi arzumla tek bir adım bile atamam... Ama bahçıvan gayret ederse, göklere kanat açarım...”

Taş, bir şey anlamamış gibi baktı. Sanki duyduklarına bir anlam veremiyordu.

“−Doğrusu,” dedi, “seni anlamak da pek güç. Ben taşım. Sana benzemem. Bu sebeple dediklerinden kendimce mânâlar çıkarsam da, hissettiklerini senin gibi hissedemem. Fakat, sen, yere mahkûm toprak, nasıl olacak da göklere kanat açacaksın?”

Toprak, kendinden emin bir tavırla:

“−Çok uzun yıllar önceydi.” dedi. “Bir sabah müthiş bir acıyla uyandım. Bir de baktım ki bir el, sakinliğimi bozmakta, canımı sancıya boğmakta. Karnımı deşti de deşti... Sonra bir küçük tane bırakıp üstünü örttü. Ardından, sanki az önce canımı yakan o değilmiş gibi, şefkatle dokundu ve düzeltti. Bir ses duydum hemen sonra. O ses:

«Yâ Rabbi! Ben âcizim, elimden gelen budur. Sen lûtfunla ikrâm etmezsen, bu fakirin gücü neye yeter? Sen kudretinle oldurmazsan, bu zayıf, hangi işi oldurabilir? Hazinen geniş, rahmetin engin, kudretin sonsuz iken, şu ekmeyi nasip ettiğin tohumun hayatı da ancak senin elindedir.» dedi ve gitti.

Anladım ki el açıp bağrıma bıraktığı cevher için Allâh’a yakaran, bahçıvanmış. Dön de bak... Bak ki toprak göklere nasıl kanat açar, göresin... İşte, nice yıl sonra dön ve üzerimde boylanıp duran ulu çınara bak...  Onun kökleri bende, dalları göklerdedir. Toprağım, yerdeyim  ama, kokum her bir yerdedir. Bahçıvan tuttuğu sürece ellerimden, rengim kara değil, gökkuşağının her rengi bendedir. Bana bakan, bende hayatı bulur. Lâkin bendeki hayatın güzelliği, bahçıvanın mahâretinde ve ihlâsında saklı olduğundan, sadrım onun hasretiyle kaynar durur. Onun beni yakışı ise, elinden geleni yaptıktan sonra, hiçlik ve huzur içinde, neticeyi Hakk’a bırakışıdır... Tevekkülü güzelce yapar da bahçıvan, tohum yeşermez mi hiç? Yüzümde açan güzellikleri gören insanlar, hayranlıkla bakar ve şöyle derler:

«Bahçıvan işinin ehli, toprak da pek bereketli, mâşâallâh.... Hasta ve kör olmayan gözler baktıkları zaman, bahçıvanı ve Allâh’ın kudretini görürler bende. Hasılı ben toprağım, içim yanar bahçıvanın geleceği gün için... O gelince bayram olur gül ile bülbül için... Yalnız komaz Hak muhabbet edenleri elbette... Muhabbet dedikleri kor, yanmışsa Allâh için...”

Toprak öyle çok andı ki bahçıvanı, taş hayret etti. 

“−Merak ettim.” dedi, “Nasıl biri bu bahçıvan. Ne de çok anlattın, ne de çok yücelttin.”

Toprak sustu. Hani bilinmez ya pek, bekleyen mi âşık yoksa beklenen mi... Hani ayırdetmek zor iştir, gel diyen mi hasret çekmiştir, yoksa gel denilen mi... Az sonra bahçıvan göründü uzaktan, toprak heyecandan titredi... Öyle titredi ki, içinde kaynayan su, nice zaman sonra yüzündeki yarıkların içine dolmaya başladı. 

“−Bak!” dedi taşa, “Bak, geliyor! Bahçıvan geliyor!” 

Hani anlar vardır, asırlara değişilmez. İşte öyle bir andı... Taş o kıymetli anda, bakışlarını bahçıvanın bakışlarında buldu... Ondaki güzelliğe hayran kaldı. Öyle bir hayran kalış ki bu, böğrüne hançer vurulmuş bir kuş gibi, yaralanıp, yarıldı... O kadar ki, toprağın sinesinde nicedir kaynayıp duran hasret pınarı, taşın yarıkları arasında yol buldu da kendine, görenler şaştılar taşın hâline... 

Taş, ağladı...

Can alan düşman değil, can veren dost, bahçıvandı... Bahçıvan, candı, cânandı... Bir andı, tek bir an... Bahçıvana sevdâlandı taş... Ve toprağı, işte o an anladı... Ve toprak olabilmek sevdâsıyla yanmaya başladı…

 

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle