Bir Kase Bal!.. (Uzeyle’nin Îmanı)

 

“Artık sana emrolunanı açıkla!” âyet-i kerimesinin mûcibince, Rasûlullâh                -sallallâhu aleyhi ve sellem-, insanları İslâm dînine dâvet etmeye başlamıştı. Bu dâvete ilk mukâbelede bulunanlar, îmânın nûruyla gönlü aydınlanmış olanlardı. Toplumda göz önünde olmayan garipler, kimsesizlerdi.

Mekke’de doğup kıyâmete kadar dünyayı aydınlatacak olan İslâm dini için her îmân edenin çile ve ızdırabı da sevgisine, muhabbetine göreydi. İşte gönlünde olan îmân muhabbetinin büyüklüğü sebebiyle bir çok acılara, ızdıraplara mâruz kalan ve buna rağmen baş koyduğu yolda azim ve gayretle ilerleyen gönül sultanlarından biri de Uzeyle                    -radıyallâhu anh-’tır.

O birçok işkencelere katlanarak Rasûlullâh’ın yanına geliyor, sohbetinde bulunuyor ve onu derin bir heyecan ve muhabbetle dinliyordu.

Uzeyle’nin en büyük zevki Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den öğrendiklerini başkalarına öğretmekti. Henüz Müslüman olmamış, fakat İslâmiyet’e yakınlık duyan kadınları buluyor, Allâh’ın buyruklarını onlara anlatıyor ve birçoklarının Müslüman olmasına vesîle oluyordu.

Zaman içerisinde Müslümanların sayısı gittikçe artmış, fakat yapılan işkenceler de dayanılmaz bir hâle gelmişti. Bu merhalede, Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Allâh’ın izni ile Müslümanlara Medine yollarını gösterdi.

Artık Müslümanlar geride yurtlarını, yakınlarını bırakarak müslümanca yaşamak için birer-ikişer gruplar halinde Medine’ye gitmeye başlamışlardı. Hicret edenler arasında Uzeyle’nin zevci de vardı. Şimdilik Uzeyle’yi yanında götüremeyecek ama ilk fırsatta onu da yanına alacaktı.

Mekke neredeyse boşalmıştı. Uzeyle kendisini yalnız hissediyor, bu yüzden bütün gücüyle kendisini İslâm dînini yaymaya veriyordu. Nihayet birgün Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- de Cenâb-ı Hakk’ın izni ile hicret edince Uzeyle, Mekke’de büsbütün yapayalnız kaldı. O biliyordu ki, gönül Allâh ile beraber olunca yalnızlığın bir önemi yoktu. Bütün gücünü artık İslâm’ı yaymak uğruna harcamalıydı. Zîra her Müslüman’ın görevi bu olmalıydı.

Uzeyle’nin kocasının akrabaları arasında Müslüman olmayanlar da vardı. Bunlar birgün Uzeyle’nin evine baskın yapıp “Sen de kocan gibi Müslüman olmuşsun. Öyleyse bunun hesabını soracağız.” diyerek Uzeyle’yi yakaladılar. Önce kaçmasın diye bağladılar, daha sonra da hapsettiler. Ertesi gün önüne bir çömlek bal koyup hepsini yemesini söylediler. Onların bu hareketi üzerine Uzeyle; “Bana bal ikram ettiklerine göre galiba işkence etmeyecekler.” düşüncesi ile balı yemeye koyuldu.

Ancak yedikçe içindeki hararet artmış, susuzluğu ziyadeleşmişti. Dayanamadı, biraz sonra su istedi. Ancak akrabaları su vermeyeceklerini, balı susuz bitireceğini söyleyerek onu zorladılar. Bal içini bir hayli yakmış, içindeki hararet fazlalaşmıştı. Bir müddet sonra gün yavaş yavaş ışıltılarını etrafa yaymaya başlamış, güneş bütün sıcaklığını göstermişti.

Uzeyle, azgın bir deveye bindirilip çöle doğru sürüldü. Azgın deve bir o yana bir bu yana saldırıyor, Uzeyle’ye rahat vermiyordu. İşte vahadaki son hurma ağaçları da geride kalmıştı. Karşıda uçsuz bucaksız yakıcı bir çöl vardı.

Yol alırken çöl boyunca kimsesiz Müslümanlara işkence yapan zalimlere rastladılar. Müşrikler onları kızgın kumlar üstünde sürüklüyor, karınlarına kocaman taşlar koyuyor, bu da yetmiyor çıplak vücutlarını ateşle dağlıyorlardı.

Uzeyle, kardeşlerine yapılan bu işkenceler karşısında kendi çilesini unutmuş duâ ile; “Allâh’ım hâlimizi Sana nasıl arz edelim. Sen ki, bizi bizden iyi tanırsın! Üzerimize sabır yağdır. Sana olan îmânımıza güç ver. Kardeşlerime yardım et!” diyordu. 

Bir müddet daha yol aldıktan sonra bir kum tepesinin yanında durdular. Uzeyle deveden indirilmiş, bir kazığa bağlanmıştı. Fakat bu kadarı da yetmezmiş gibi ayağındaki ayakkabılarını da çıkartıp onu kızgın kumlar üzerine çıplak ayakla bıraktılar. Yere oturması yasaktı, hep ayakta duracaktı. 

Çöl o kadar sıcaktı ki, kızgın güneş her yeri yakıp kavuruyor, âdeta insanın beynini kaynatıyordu.

Zorla yedirdikleri bal, Uzeyle’nin ciğerini kavurmaya başlamış yakıcılığını göstermişti.

“–Ne olur bir yudum su!” diye inledi. Akrabaları O’nun bu halinden istifade ederek:

“–Muhammed’in dinini inkâr et, sana istediğin kadar su verelim.” dediler. Ama boş yere… Çünkü îmân O’nun kalbine öyle yerleşmişti ki, susuzluktan ölse bile bunun bir önemi yoktu. Nasıl olsa birgün ölecekti, bu da İslâm için Allâh için olmalıydı. Birden canlandı, onlara hitâben;

“–Sizi duymayan, yaptıklarınızı görmeyen, kendisine bile faydası olmayan taşlara nasıl tapıyorsunuz? Gelin her şeyi yaratan, yarattığı her şeyi duyan, gözeten Rabb’e sığının. O Rab ki, kalblerde gizlenenleri bile bilir.” 

Bu sözlerle ilk önce şaşkına döndüler ama daha sonra kahkaha ile gülerek; 

“–Öyleyse yalvar da Tanrın sesini duysun; gelip seni elimizden kurtarsın.” diye alay ettiler.

Uzeyle ellerini duâ için kaldırıp “Ya Rabbi” diye yalvarmaya başladı. 

“Allâh’ım! Beni bu îmânsızlara karşı utandırma. Biliyorum, darda kalan kuluna yardım eder, Sen’den isteyenin elini boş çevirmezsin. Bana da yardım et. Allâh’ım bu adamların kalbini yumuşat, onlara da doğru yolu göster.”

Artık dili damağı büsbütün kurumuştu. Gözlerinden yaşlar akıyor, daha kirpiklerinden ayrılmadan kuruyordu. Gittikçe gözleri de kararmaya başladı. O, su diye inledikçe; karşısına geçip kana kana su içiyor, “Muhammed’e küfret sana da verelim.” diyorlardı. Uzeyle bu korkunç teklif karşısında her seferinde ürperiyor; “Asla, asla!” diye haykırarak:

“–O ki Allâh’ın sevgilisi, kâinatın efendisi, O’nsuz hayatın ne anlamı var, canım O’na feda olsun!” diyordu.

İkinci gün sabahleyin yine bal getirdiler. Uzeyle balı ikrâm olsun diye getirmediklerini artık biliyordu. Ona elini bile sürmedi.

“–Balı ye!” diye zorladılar, yemediğini görünce de zorla ağzına akıttılar. Sonra da onu bir sopaya bağlayıp güneşin karşısına diktiler.

Çöl her zamanki gibi sıcaktı. Âdeta her bir güneş ışığı milyonlarca ok oluyor ona saplanıyordu. Bir zaman  böyle bekledi, sonra “gözlerim” diye inlemeye başladı. Gözlerini açmaya çalıştı ama açamadı. Bir kez daha denedi; sonra hiçbir şey göremediğini fark etti. “Gözlerim kör oldu.” diye haykırdı; ama sesi, kuruyan boğazından bir fısıltı gibi çıkıyor hiçbir şey anlaşılmıyordu.

Uzeyle iyice zayıfladı. Üçüncü günün işkencesi başladığında âdeta bitip tükenmişti, ayakta duracak gücü kalmamıştı. Ciğerlerindeki yangın dayanılmaz bir hal alınca İslâm düşmanları ona; 

“–Haydi dininden dön de sana her istediğini verelim.” dediler.

Bu teklifi de reddetti. Ama artık sesi çıkmıyor, sadece dudakları kımıldıyordu. Görmeyen gözlerini gökyüzüne dikmiş şehâdet parmağıyla; “Allâh birdir, Allâh birdir!” diye işaret ediyordu. Sonunda kulakları da duymaz oldu. Söylenenleri artık işitmiyordu.

Çöl güneşi korkunç bir hal almaya başlayınca müşrikler onu o hâlde bırakıp kendilerini çadırın gölgesine attılar.

Uzeyle bütün tâkati kesilmiş bir şekilde öylece yatıyordu. Neredeyse bayılıp bilincini de kaybetmek üzereyken göğsünün üzerinde bir soğukluk hissetti. Eliyle yokladı; bu buz gibi bir kova su idi. Kuruyan dudaklarını kovaya yaklaştırıp ancak bir yudum içebildi. Sanki biri kovayı çekip almıştı. Ayağa kalktı, birden gözlerinin açıldığını fark etti. Evet artık görüyordu. İşte, pırıl pırıl billur gibi parlayan bir kova, gökyüzüne asılmış gibi duruyordu. “Allâh’ım bana yardım edeceğini biliyordum. Sana bütün kalbimle inanıyorum.” diye mırıldandı. Uzeyle ellerini kovaya uzatıp bu defa kana kana su içmeye başladı. Bir taraftan çocuklar gibi seviniyor bir taraftan da Rabbine duâ ediyordu.

Buz gibi su yüreğini serinletmiş, gönlünü ferahlatmıştı. Kalan suyu başından aşağı boşalttı.

Çadırda uyuyanlar, Uzeyle’nin sesini duyunca ne olduğunu anlamak için koştular. Susuzluktan sesi soluğu kesilen, gözleri kör, kulakları duymaz olan Uzeyle, acaba nasıl ve niçin bağırıyordu?

Uzeyle’yi görünce donakaldılar. Sanki karşılarındaki Uzeyle değildi. Üzerinde hiç görmedikleri bir güzellik vardı. O pırıl pırıl parlayan gözleriyle müşriklere “gelin” diye bağırdı. 

“–Gelin de Rabb’imin neler yaptığını görün.”

Uzeyle’nin yanına gelince yüzündeki su damlalarını, elbisesindeki ıslaklığı fark ederek kendilerini toparladılar:

“–Bağını çözüp suyumuzu içmişsin, bizi kandıramazsın!” dediler.

Uzeyle onların gaflet içindeki hâllerine acı acı gülümseyerek ellerini öne doğru uzattı ve:

“–İşte bakın ellerim hâlâ bağlı duruyor, su tulumlarınızın kapağı bile açılmadı.” dedi. 

Hayatları âdeta bir kum fırtınası gibi geçen müşrikler bu mucizevî olay karşısında donakalmışlardı. Bir an fırtına dindi. Sonsuzluğu görmeyi engelleyen kumlar dağıldı. Nasıl bir kum fırtınasının ardından toprakların yerleri değişir, orası apayrı bir mekân hâline gelirse işte onlar da bu gönül fırtınasının dinmesiyle yüreklerinin değiştiğini hissetmişlerdi. Artık hiçbir şeyi eskisi gibi görmüyorlardı.

Bir anda hepsinin gözleri ufka daldı. Bir müjde bekliyor gibiydiler. Ufkun kızıllığına bakan gözler bir anda Uzeyle’nin sıcacık bakışı ve tebessümünde eriyip gitmişti. Artık onlar için ufuktan daha derin olan Uzeyle mâsivâ çölünde buldukları bir vahâ, bir testi soğuk su gibiydi. Beyinleri fokurdatan güneşi hissetmiyorlar, kalblerine hakikat güneşinin huzmeleri aksediyordu. Hidâyet dedikleri böyle bir şey olsa gerekti.

İşte böylesi bir çölde Uzeyle’nin bir serap gibi bir anda kaybolmasından korkan bu nasipliler bir anda vecde gelerek:

 “–Ey Uzeyle, meğer biz nasıl bir hâldeymişiz ki seni, nûranî hakîkatlerini görememişiz. Ey sadece bir olana itaat eden eşsiz kul, şimdi bizi affedersen biz de belki nasiplilerden oluruz. Şayet bize acımazsan her birimiz şu gönül harâretinden mahvolur gideriz. Ne olur bizi bu dünya çölünün aslanlarına yem etme ve gönül menbaından bir tas îmân suyu bize de sun.”

Uzeyle’nin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. O damla ki çöle düşse oradan güller bitirir, ateşe düşse orayı gül bahçesine dönüştürürdü. Zîrâ onun gönül dokusu teslimiyetti ve o merhametle onlara yönelerek “bir olan”ın bütün kâinatta nasıl hissedildiğini öğretircesine kelime-i şehâdeti telkin etti.

“Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedu enne Muhammeden abduhû ve rasûluhu.”

Ve bütün mahlukât şâhitti artık bu îmâna. Onun îmân saâdetinin nasıl gönüllere aksettiğini artık her şey biliyordu. Zîra güneş balçıkla sıvanmazdı. Îmân güneşini bulutlar örtse de o ışımadan, aydınlatmadan duramazdı.

Ve onunla aydınlananlar da çölden kurtulmuşlardı. Hâsılı çöl, onların sudan bîhaber kurak topraklara dönmüş gönülleriydi. Ve onlara neşve verecek, gönüllerini muhabbet-i Muhammedî ile dolmasını sağlayacak bir müjde ile Uzeyle; “Medîne’ye hicret!” dedi. 

Bunu demesiyle bir gül kokusu yayılmıştı iklimlerine. Ve îmânla tanışan gönüller bir anda bir muhabbet yangınıyla tutuşmaya başlamıştı. Ve yeniden doğmak için, gönüllerini tecdid için, yüreklerindeki Yesrib’i Medine eylemek için artık onlar da düşmüştü yola. Gözlerdeki ışıltı güneşten ayân, kalblerdeki nûr, ayın hâlesini kıskandırır bir hâldeydi. Küfürden îmâna hicret, işte böyle bir şeydi…

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle