Saadet Ama Nasıl?

İnsan dünyaya imtihan için gelmiştir. Bu yüzden nefsine hâkim olma ve onu İslâm potasında eritebilme noktasında rûhuna mütehassıs bir hekim gibi davranmalıdır. Aynı nokta-i nazardan yüreğini de, sünnet-i Rasûlullâh’la nakış nakış işlemeli ve O’nun feyz menbaından doyasıya beslemelidir. Aksi hâlde ruh, içinde devamlı bocalayacağı farklı mecrâlara akacak ve nihayetinde nefs girdabında perişan olacaktır. 

Ne hazindir ki, zamanımızın en büyük meselelerinden biri de budur. Nitekim az evvel sayılan tüm değerlerinden sıyrılarak aslının meyilli olduğu tarafı reddeden ve her şeyiyle nefsânî arzulara karşı akışın başladığı bir dönem yaşıyoruz. Nefs her dâim kendi isteği üzere yaşama arayışında. Bu hâl şu suâli akla getiriyor: 

“Madem ki, insan her şeyi kendi istediği gibi yaşamak meylindeyse niçin buna kavuştuğu vakit mutlu olamamaktadır?”

Etrafımız, istediğini yapan, ancak yaptıkça kontrolünü kaybeden, mutsuz, arayışlar girdabında çırpınanlarla dolu! Tüm sahte gülücükler, kendi iç âleminde noktalanıp soru işaretine dönüşmekte!?.

Anlaşılan odur ki, özgürlük adına sınırlandırılan ve boğulan insanın çaresi, arzu ettiğini yaşamak değildir. Zîrâ ruh, ebediyetler ülkesine yelken açma hususunda yol göstericilere, hâsılı sınır dışı olmamak için sınırlara, hükümsüz ve nâçâr kalmamak içinse dinin hükmî ve rûhî şümulüne girme ihtiyacı içindedir.

Sanıyorum, şimdilerde en büyük derdimiz, bu çağrıyı duyamamak, dinimizi anlayarak yaşayamamak, dolayısıyla, doyasıya saâdeti bulamamakta…

Biz hanımlar, evvela kendimizden başlayarak soralım; saâdetimizin mahiyetini. İstenen bir kolye, yüzük, günlerce bakılan, alınması için ihtiyaçlardan kısılan bir elbiseyi düşleyelim şimdi de. Her ele geçen şey kıymetini yitirir, zerâfetini düşürür ya gözümüzde. Acaba onlar elimize geçince duyduğumuz geçici bir nefsî tatmin midir saâdet?

Âile saâdetimiz derken alınacak bir eşya hususunda ezilen zevcimize gâlip gelmenin zehir saçan lezzeti midir saâdet?

“Aman canım genç onlar, hayatını yaşasın!” deyip salıverdiğimiz evlatlarımızın yuvarlandığı uçurumdan attığı sözüm ona sevinç çığlıkları mıdır saâdet?

Elimizi vicdanımıza koyup düşünelim ve yola çıkalım yüreğimizde, acaba nedir saâdet?

Zihinlerde düğümlenen tüm bu istifhamlara, yine ilâhî Kelâm’dan bir cevap geliyor. Ve bizim saâdet anlayışımız bakın nasıl bir kalıpta ele alınıyor:

“Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar dünya hayatının metâıdır. Nihayet varılacak güzel yer, Allâh’ın huzurudur.” (Âl-i İmran, 14)

Anlaşılan odur ki, hayatımızın köşe taşlarını oluşturan tüm bu unsurlar, hayra vesîle olmadıkça -dünyada her ne kadar saâdet kaynağımız da olsalar- ebedî saâdetimize engel olabilirler.

O hâlde böylesi bir ebedî saâdete götürecek yaşayışı aramalıyız yüreklerde.

Dâru’s-selâm’ın idrak ötesi nurlu kapısını hangi tılsımlı anahtar açar? Hayatı belki bu arayışa adamalıyız.

Ve sonra tüm bunlara cevap geliyor, âyetin akabinde: 

“De ki; Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allâh’ın hoşnutluğu vardır. Allâh kullarını çok iyi görür.” 

“(Bu nimetler) «Ey Rabbimiz! Îmân ettik, bizim günahlarımızı bağışla, bizi cehennem azâbından koru!» diyen, sabreden, dürüst olan, huzurunda boyun büken, hayra harcayan ve seher vaktinde Allâh’tan bağış dileyenler içindir.” (Âl-i İmrân, 15-17)

Cenâb-ı Hak, Sırât-ı Müstakîm üzere olmaya davet ediyor. Haşyet duyan, hâdiselere karşı muvâzenesini bozmayan, acziyetinin idraki içinde olan, hayra harcamayı bilen, seher vakitlerinde her şeyden uzak, bir bağrı yanık mü’min olmamızı tavsiye ediyor. Ve tüm bunların hâliyle hallenerek takvâ örtüsüne bürünmek ve huzûra kabûlü beklemek… İbrahim -aleyhisselâm-’ın teslimiyet bahçesinden nâdide bir gül koklamak! İşte saâdet!.. Saâdet odur ki, kul kul olduğunu bile!

Hanzala -radıyallâhu anh-’ın “münafık oldum” diye feverân edişinin her dâim yüreğinde yankılandığını hissetmenin ve temkinli olmanın adıdır saâdet…

Sevr’de kucağında Habibullâh yatarken yılan deliğini topuğuyla kapatan vefakâr dostun bir yılanın ısırmasıyla tüm zerrelerinde hissettiği sızıdır. Kendi gözyaşıyla beraber benliğinin, O’nun gül-i ruhsârında nasıl ifnâ olduğunu izlemenin doyasıya sürur yangınına tutulmanın adıdır saâdet…

Uhud günü, muhârebe dönüşü babasını arayan küçük kızın endişesine Nebevî bir rüzgarın yetişerek saçlarını okşamasıdır. Yâdigâr-ı Hamza’nın minik dudaklarının kıpırtısı olmaktır saâdet... 

Tebük’te kulağını yırtarak Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’e küpesini getiriyor, infâk ediyor bir kız çocuğu. Onun kulağından akan kan kadar koyu ve sımsıcak bir muhabbetin yakıcı tadıdır saâdet…

Varlık Nûru’nun biriciği Hazret-i Fâtımâ’nın, “miskine verdiği aş”ın saâdetiyle doyması sonra tekrar orucuna başlamasıdır. Ve bakarken minik Hasan ve Hüseyin’e… Onların masum gözlerinde cennetteki mekânını izlercesine buğulu gözlerle acıya tebessüm etmektir saâdet…

Ve sonra bir mahzun gözde yolcu ederken Refîk-ı Âlâ’ya o güzeller güzelini “Ölümün de hayatın gibi ne kadar güzel” deyip bir bûse kondurmak ve huzur günlerine bir yolculuk yapmaktır saâdet…

Nur menbaı Efendimiz’in feyz halkalarından biri; Şâh-ı Nakşibend. Ve onun diğer halkası Alaaddin Attar Hazretleri… Nehrin kenarında yürüyorlar. Sanki ay ve güneş el ele vermiş gıptayla onları seyrediyor. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin şimşek çakıyor gözleri. “Alaaddin atla suya! Çağrılasıya dek çıkmayasın!” Alaaddin sormayıp sebebini, dalıyor suya… Atla dendiği vakit mâhirce dalıp suya, mâhî sürûru tatmanın adıdır saâdet, teslimiyetin doruğunda…

Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’nin kucağındaki bebeğin gözlerinde, peygamber müjdesi beldenin fethini izlemektir saâdet, gözyaşlarının ılık akışıyla. 

Cenâb-ı Hakk’ın “en-Nûr” ismi şerifinin tecellîsini irfânî bir nazarla denizde oynaşan yakamozlarda izlemektir. O’nun Cemâl tecellilerini, Cemâl’ini görme heyecanıyla seyre dalmaktır.

Hasılı saâdet O’dur… Bir mürşid-i kâmil’in gözünde pırıltı, dudağında bir gül kavisi gibi ince bir tebessüm, yüreğinde esen bir deniz meltemi olabilmektir. 

Ve o zor günde gönlünden kopacak bir şefâati özlemektir, lâyık olmak için duâ etmektir nemli gözlerle…

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle