Sus Be Güzelim, Azıcık Konuşma!

Hanımlar birbirlerini ziyarete giderler. Randevulu yapılan bu ziyaret, öğle itibariyle başlayıp ikindi vaktinin sonuna kadar sürer. Bu kadar uzun zaman diliminde bu kadınlar ne konuşurlar? Kendi tecrübelerimle sabittir; ev ziyareti, taş çatlasa, yirmi dakikada biter. En samimi dosta yapılan bir ziyarette bile, insanların birbirlerine söyleyecek sözleri, en fazla on dakikalarını alır. Hâl-hatır sorma, çocukların sağlığı, eğitimi vb. olsun, ne olursa olsun bu böyledir. Hâl böyle iken ziyareti uzatmanın mânâsı ne?

“-Ziyaretiniz bitti, şimdi dağılın evlerinize, hayırlı işler peşine düşün.” desek cevap hazır:

“-Yok, biz toplanınca Yâsin okuruz.”

“-Kaç tane?”

“-Bir tane.”

En ağır okuyanı okusa bile ziyaretimiz kırk dakikada biter. Çay faslı da bir saat sürse, iki saat sonra herkesin evlerine dağılması gerekir. Dağılmazlar, dağıldıkları görülmemiştir. Kısa bir sessizlikten sonra akl-ı evvelin biri sorar:

“-E! Daha daha nasılsınız?”

“Nasılsın”ın daha dahası nasıl olur ki? Bu soru, herhalde şunu demek ister:

“-Allâh’ını seven konuşsun. İyice konuşsak da her şeyden haberdar olsak!.. Kimin eksiği, kimin yükseği var; kim ne almış, kim ne satmış; kim geride kalmış öğrensek.”

Dedikodu sevmediğini söyleyen hatunların açtığı, konuşarak girilen günahların konduğu bohça açılır. Bohça dolmaya başlar. Çünkü söz, “daha daha”ya gelince, işin içine dedikodu, gıybet, nemîme hepsi girer. Yüce Yaratan’ımızın Nisâ Sûresi, 114. âyet-i kerîmede buyurduğu gibi:

“Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur, ancak sadaka vermeyi veya bir mâruf (iyi ve güzel ameller) işlemeyi veya insanların arasını düzeltmeyi emreden başka... Her kim bunu Allâh’ın rızâsını arayarak yaparsa, yarın Biz ona büyük bir ecir vereceğiz.”

On dakikadan sonra yapılan ziyarette hak tavsiye edilmeyecekse, iyilikte yardımlaşıp, kötülükten alıkoyma gayreti olmayacaksa; üretilen kelimeler, bâtıla dalmak ve gönlü gaflet batağına sürüklemekten başka bir işe yaramaz. Çok, ama boş konuşan bir dilin, kişinin mâneviyâtını bozduğu ise kesin bir gerçektir.

Filozof Diyojen’e sormuşlar: 

“-Bir insanın zeki olduğunu nasıl anlarsın?”

“-Konuşmasından…” demiş.

“-Peki ya konuşmuyorsa?” dediklerinde ise:

“-Daha o kadar zekisine rastlamadım.” diye cevap vermiş.

Bir kayınvâlide gelininden dert yanmıştı:

“-Oğlumun yuvası yıkıldı-yıkılacak. Gelin ihtiyaç hâriç tek kelime konuşmuyor. Bir de ilkokul öğretmeni olacak. Oğlum istiyor ki, şen şakrak olsun, konuşsun, anlatsın. Kocasını mutlu etsin. Oğlum eve gelmek istemiyor, kendini mezara girmiş zannediyor.”

Böylesi bir gelin, pek rastlanır cinsten olmayıp ifrat ve tefritten her zaman sakınmak lâzımsa da gelinin bu güzel huyu beni çok imrendirmişti. Dedikodu sevmiyor, boş söze katılmıyor, sorulursa kısa cevaplar veriyor, lafı uzatmıyordu. Ama ne çare ki, öylesi dedikodu bilmez, konuşup kafa ütülemez bir hanım, eşi tarafından istenmiyordu.

“Kadın, kadının panzehiridir.” derler. Birbirlerinin derdini dinler, anlatır, anlatır rahatlarmışız. Bu anlatma öyle bir noktaya geldi ki, herkes birbirinin özelini, mahremini biliyor. Ben bu rahatlamanın anlık olduğuna, devamında hüsran getirdiğine inananlardanım. Çok konuşmak, firâset kıtlığının alâmeti olsa gerek!..

Çok konuşuyoruz; saatlerce telefonla konuşan genç, hangi hayrı konuşuyordur da bitiremiyordur? Eline telefonu almış konuşan hanımlar, belki bir yarım saat konuşurlar, acaba hangi iyiliği teşvik ediyor da ikna etmek için çabalıyorlar? Maalesef bunların hepsinin cevabı:

“-Ortada hayır mayır yok, geyik muhabbeti yapılıyor.” olur.

O kadar çok konuşan bir milletiz ki, gerçek mânâda yukarıdaki âyeti uygulamak için konuşuyor olsa idik, bugün memleketimiz güllük gülistanlık olurdu. Madem hayır konuşamıyoruz, bâri sussak.

Büyük Alman yazarı, fikir adamı Goethe:

“Konuşmak ihtiyaç olabilir, ama susmak sanattır.” diyor.

Susulacak yeri bilmek, bir terbiye, eğitim, görgü, edep istiyor. Hazret-i Şems-i Tebrîzî’nin:

“-Sığ suları, en hafif rüzgârlar bile coşturabiliyor. Derin denizleri ise derin sevdâlar… Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki, susan her şey derin ve heybetli…” sözü; ibretlik, tefekkürlük bir cümle… Çok bilen az konuşur, çok konuşan boş konuşurmuş.

Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet-i kerîmeleri ve Peygamber Efendimizin hadîs-i şerîflerini incelediğimizde; neler konuşulmalı, nasıl konuşulmalı, gıybet, dedikodu, mâlâyânî, iftira vb. günahlardan, kendi küçük, ama cürmü büyük olan dilin belâlarından nasıl korunmalı konularının titizlikle işlendiğini, en büyük günahların çoğunun konuşmakla işlenen günahlar olduğunu görürüz.

Bir Kızılderili kabilesi olan Pueblo kabilesi, çocuklarına şu prensibi öğretirlermiş:

“-Soru sorma, gözle, dinle, bekle! Cevap sana kendiliğinden gelecektir.”

Bizim irfan geleneğimizde de mevcut olan bu tâlimat, uygulanmadığı için vaktinden önce öten horozlar gibiyiz. Ne namaza kaldırıyoruz, ne insanların gönüllerine neşe bırakıyoruz.

Yerinde ve veciz konuşmak ise, kıymetli bir hâssa... Fuzûlî’nin:

“Söylesem tesiri yok, sussam gönül râzı değil

Çektiğim âlâmı (elemleri) bir ben, bir de Allâh’ım bilir.” dediği gibi, ahmak ve sâbit fikirlinin karşısında konuşmak, haksızlığın karşısında ise susmak ne zordur!..

Çok konuşan eşinden bıkan birisi eşine;

“-Biraz sussan!” der, ama sözünü dinletemez.

Söylediklerine ilgisiz görünüp:

“-Bunlar konuşulacak şeyler mi?” demesi de bir işe yaramaz. Kadın, gözyaşları içinde:

“-Sen beni sevmiyorsun, beni alırken da böyleydim. Şimdi ne değişti de bana ilgisiz davranıyorsun, homurdanıyorsun!” sitemleri ile kocasını târumâr eder. Bunun üzerine kocası, eşine bir teklifte bulunur.

“-Bu hafta sonu ya hayır söyleyelim, ya da susalım. Bir şeyi konuşmadan önce düşünelim; hayır mıdır, maddî-mânevî faydası var mıdır? Yoksa bu sözlerim dedikodu, gıybet, nemîme vb. kötü hasletler mi taşıyor?!”

İnternet ve akıllı telefonun kullanılmayacağı o hafta sonunda tek şart, “içinde günah bulunmayan” karşılıklı hak ve hakikat sohbeti etmek!.. Dedikodu, gıybet, gereksiz bilgi bulunmadığı gibi, her türlü boş konuşma kesinlikle kabul edilmeyecek!..

Bu teklif, genç kadının şimdiye dek tecrübe etmediği bir şeydir. Aklına ilk düşen cümleyi söyleyecektir ki, hemen aklı başına gelir: “Konuşacağım şey hayır mı?” diye sorar kendi kendisine… Eltisinin arabalarını değiştireceklerini duymuştur, bunun gerçek olup olmadığını soracaktır, kocasına. Düşünür, “bize ne faydası var, bu hususu konuşsak ne, konuşmasak ne? Araba modellerini değiştirseler onların meselesi, kendisini ne ilgilendirir ki?”

Evet, onların meselesi, ama kıskandığını hisseder. Demek ki kıskançlığın, insanı tecessüse, meraka, çok konuşmaya sevk ettiğini anlar. Sormaktan vazgeçer; gerçekten hem kendisini ilgilendirmeyen boş bir konudur. Hem de kıskançlık kokan, neden sorduğu sorulsa “merak ettim” cevabı yalan olan, “kıskandım” cevabı da verilemeyecek bir konudur bu... “Saçma!” der genç kadın… Bu konuyu açmak çok gereksiz…

Bir gün evvel gittikleri akraba günü hakkında eşi işten geç geldiği için konuşamamıştır. Şimdi tam sırası deyip başlayacaktır ki, aklına gelir; “Bu sözlerimde hayır var mı?” diye söyleyeceklerini bir kere daha düşünür:

“Hamdiye Halamlar, evlerini kiraya verip yeni ev satın alacaklarmış. Çamlık tarafından ya da Albayrak tarafından düşünüyorlarmış. Gerçekten merkez çok bozuldu; imrendim, ben de öyle bir yerden ev almak isterim. Amcamın gelini yine hâmileymiş, hayret kadına dördüncü çocuk… Doğurmak mârifetmiş gibi doğuruyorlar. Teyzenin, gelini ile arası iyi değilmiş. Teyzen ile aynı yerde bulunmak bile istemiyormuş. Sizin âilenin kayınvâlideleri de gelinlere nefes aldırmıyor. Haklı kız, herkes benim gibi saf mı ki ne derse desin, kayınvâlidesinin evine gidecek… Görüyor musun elde ne gelinler var, annenler benim gibi gelin buldular, öpüp başlarına koysunlar.”

Aman Allâh’ım, peşpeşe hatırına gelen konuların hepsi; hem dedikodu, hem gıybet, hem kibir, hem de küstahlık ve kader tanımazlık kokuyor. Bu sözleri konuşması mesele değil de, ya kınayarak anlatmış isem, başıma gelmez mi? Ya da kibirli davranmış isem ki davranıyorum, büyük günaha girmez mi söylediklerim? Genç hanımın keyfi iyiden iyiye kaçar.

Kocasına hak vermeye başlar. Eşim bu sözleri duyunca bana ilk olarak:

“-İşin yok mu da böyle lüzumsuz bilgilerin peşine düşüyor, dedikodu dinliyorsun. Tamam, bir vesîle ile duymuşsun, bana söylemenin ne mânâsı var? Sana ne milletin evinden, arabasından, doğacak çocuğundan, geçinmeyen gelininden? Bunları konuşacağınıza geçimsizlerin arasını bulmak için çareler üretip de sevaba girsenize… İnsanoğlu bugün kırılır, yarın barışır; siz konuşup durduğunuzla kalırsınız. Bir de küslerin kalplerini daha çok bozan kelimelerle yangına körükle giderseniz Allâh’a nasıl hesap verirsiniz?! «Bulmuşsunuz benim gibi gelini…» ne demek?! Hem birilerini kınıyor, hem kibirleniyorsun. Kınadığın amca gelininin hâli ile Allah seni imtihan etmez mi? Birbirinize hayrı tavsiye etseniz, iyilik konuşsanız, daha müslümanca davranmış olmaz mısınız? Rica ederim, beni girdiğin bu günah çukurunun içine sürükleme…

Vazgeçer akraba gününden bahsetmekten… Nikâh şâhitliğini yapmış olan kız arkadaşından yeni haberler vardır. Onları anlatmak ister kocasına... Düşünür, erkek arkadaşı ile arasının bozuk olduğunu anlatmak hiç de hoş değildir. Nişanlısı bile değil, erkek arkadaşı… Hem gerçekten onu ilgilendiren bir tarafı da yoktur. Ne çok, ama ne boş konuştuğunu anlamaya başlar. Genç kadının anlatacakları pek çoktur, ama hak terazisine koyduğu zaman geçersiz akçe eden, hattâ teraziyi kullanılamaz hâle getiren konulardır bunlar... Düşünür: “Allah Allah! Ne konuşsam ki eşimle?!”

“-Üst kattaki gelin bana iyi bir cildiyeci sordu, senin bir tavsiyen var mı?” deyiverir.

“-Şimdi bilmiyorum, araştırır sana söylerim.” der kocası. Genç kadın kocasından:

“-Ne için istiyormuş, hastalığı neymiş? Eşi, karısı için araştırsa imiş ya, elâlemin cildiyecisini de mi biz bulacağız?!” demesini beklerken; «Araştırır söylerim.», ne kadar net ve iş bitirici bir cümle… Merak yok, gıybet, kınama yok, sadece yapılacak hayır cinsinden bir şey varsa onun bulunması düşüncesi…

Sıkıntıdan bunalan genç kadın, eline fotoğraf albümünü alır. Eşi de yanına oturur. Kadın, evlilik resimlerine bakarken tam dönüp eşine:

“-Saçların ne çok dökülmüş ve akları artmış, yaşlanıyorsun.” diyecektir ki, bir insanı incitecek kelimelerin konuşulmaya değer olmadığına karar verir.

Ona bakarsak ben de eskisi gibi hoş ve zarif değilim. Koyuverdim kendimi. Ancak bir düğün ya da özel toplantılar olunca başka… Evde eşofman, dışarıda… Utanır kendinden...

Resimlere öylece bakarlar. Sadece güzel olan sözler paylaşılır: “Yeğenin ne tatlı çıkmış”, “âilemiz birbirine çok düşkün elhamdülillah, bu ne büyük bir nîmet…” vb.

Kötü şeyler söylenmez. Çünkü kötüyü deşmenin, konuşmanın faydası yok, zararı çoktur. Hayır da getirmez. Kimse kendisine kötü demez. Şu da bir gerçek ki, an gelir, biz de kötülükte sınır tanımayız, an gelir iyilikte sınır tanımayız. O zaman insanların kötü hâllerinden bahsetmenin, gönül incitmekten başka hiçbir faydası yoktur. Güzel söz, kendisi hakkında konuşulan kişiye, kilometrelerce uzakta dahî olsa pozitif olarak tesir eder. İyilik, hayır cinsinden her şey çok güzeldir.

Eşi, düşünceli gördüğü genç hanıma:

“-Şu âna kadar «ya hayır söyle, ya sus!» tecrübemizde hiçbir şey söylemedin, aklına gelmedi mi konuşacak hayırlı bir konu… Önceki gibi aklına geleni söyleseydin ya… Muhabbet olurdu.” deyiverir, hicveder gibi…

Genç kadın gülümser:

“-Günah kokan hiçbir şey muhabbet olamaz.” der. Ve anlatır:

Bir rivayet vardır, Şeyh Gâlip ile Esrar Dede hakkında… Esrar Dede, kırklı yaşlarının başında bir dost meclisinde önceden adını bile duymadığı Şeyh Gâlib’in ismini duyar. Tanışmak için gittiği gün Şeyh Gâlib’i o kadar çok sever ki, artık şeyhin dizinin dibinde ve büyük bir muhabbetle dergâhta kalmaya karar verir. Kararına sâdıktır, şeyhine de büyük bir muhabbet ile bağlıdır. Şeyhi de kendisini çok sever ve şeyh-mürid ilişkisinden öte bir dostluk kurulur aralarında...

Esrar Dede’nin dergâha gelmeden önce devam ettiği yaramaz bir huyu vardır ve sebebinin ne olduğu bilinmez, bir zaman sonra kendini yine o keyfe verir. Durumu fark eden Şeyh Gâlip uyarır, lâkin o şeyhi ile arasındaki dostluğa güvenerek bu alışkanlığına dokunmaması için bir gazel yazıp şeyhine okur. Şeyhinin kararı kesindir ve bir daha Esrar ile konuşmaz.

Çok sevdiği şeyhi ve dostunun bu sessizliği, Esrar’ı perişan eder. Dergâhta çileye girme kararı alır ve buraya kabul edilir. Binbir gece süren bu çile zarfında Şeyh Gâlip bir kez bile Esrar Dede’yi ziyaret etmez. Bu ayrılık ve kederden bîtâp düşen Esrar Dede, çilesinin bittiği, aynı zamanda miraç gecesine denk düşen o mübarek gecede vefat eder. Dostun sessizliğine katlanmak da zordur doğrusu…

Diğer meziyetlerinin yanında, bilhassa, hayır söylemedikten sonra susmak, kişiyi meleklere denk eder. Hattâ mertebece üste bile çıkarır. Rabbim bizi, bu nâdir ve makbul kullarından eylesin. Âmin.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle