Murat ve Sırat

Mâşuk lâzım, Âşık lazım, Ser lâzım!

Sırat üstünde bize, o Şeyhü’l-Ekber lâzım!

 

Başın dik, alnın açık, hasretin Hak ise, korkma! Güzeldir zannedip, her bir murâda da akma! Sûreti rânâ, sîreti zarar olur kiminin… Sen saf çocuklar gibi, elmaya koşar iken, o elmanın içine zehri zerketmiştir eden… De ki:

“-N’oldu, nereden çıktı şimdi bu bahis?”

Say ki, zehirlendim, yandım da, işte, içimden bir his, dedi:

“-Anlat bakalım, anlat kalmasın hapis.”

Zira sırat üstünde, arınmış adam lâzım. Mürşidinin kalbinde barınmış adam lâzım! Kabuğu has, içi kof, maske suratlar değil, dertlere derman olan, hâlis muratlar lâzım!

* * *

Hani O’ndan gelen her şeye “Eyvallâh” demek isterdin ya, istemesi kolaymış değil mi? Yaşaması zormuş! Sırat üzerinde hızını almış giderken, ayağın kaymış ise, iyi bil ki, o kaymaya muhtaçtın! Belki de pek matah bir şey sanmıştın kendini... Allah lutfetti de, havalara kalkan burnun, yerine indi. Baktığın herkesi güzel görebilmen için, yaşadıklarına ihtiyacın vardı belki. Hatırla!.. Günahkâr addettiğin insanları, bir bakışınla nasıl da yerin dibine geçirirdin! Nasıl da vakur ve emîn dolaşırdın arz-ı âlâda. Gün geldi, devrân döndü işte! Dem geldi! Bütün murâdlarından geçeceğin dem göründü! Bundan böyle seni Cânân götürür! O hükümdara, seni taat götürür!

Sıyrıl, zira, gördün işte yok fayda! “Güneş”e dön, ısınamazsın “Ay”da! Sırat üstünde kesilmiş baş lâzım! Sahte değil, gerçek arkadaş lâzım!

* * *

Gidip gelen dalgalar gibisin. Anlamaya çalışıyorsun. Gönlün hikmet fetihlerinde… Surları zorluyorsun ya, sağın-solun kan içinde. Her geleni sindirmek, ne kadar da zormuş, diyorsun! Nicedir tek dersin:

“-Sana yapılan kötülüğü unut!”

Bu dersi verebilmen için, himmete akıtmalısın bütün murâdlarını. Zira himmeti murâd etmezsen, hiçbir şeye gücün yetmez a canım. Ve duâlar eşlik etmeli, duâsız da duramazsın. Belin bükülmüş. Gönlünün başı yere eğilmiş. Demek ki, nihâî murâdının gerçekleşmesi için bunlar gerekliymiş. Nefsiyle yüz yüze gelmek, burhansız demler geçirmek ve yaralarla baş etmek zormuş değil mi? O hâlde:

“-Kötülüğü iyilikle sav!..” diye tembihle nefsine.

İkram ve ihsan edilirken de, zarara uğratılırken de, müsebbibi unutma. O’ndan gayrısı sadece sebep! Hem, sebepler âleminden küçük birer sebep… O’ndan gelen bir mesajın, kendince elçisi hepsi. Takılma!

Geç ki, yolun sonunda, cennet-i âlâ bekler! Her çilenin koynunda, bir tatlı safâ bekler. Sırat üstünde ümit kesmemiş yürek lâzım! Harama uzanmamış, îmanlı bilek lâzım!

* * *

Murâdı ummân olan, girdaba da yakalanır, ne olmuş!? Ummâna dalan, îcâbında vurgun da yer. Sandın ki, başındaki bir belâ! Yâhu yok, başındaki olsa olsa, bezm-i ezelde söylediğin “Belâ”yı sınama. Hani öyle bir “Belâ!” demiştin ya, “Elestü bi Rabbiküm?” suâline…

“-Belâ! Sen benim Rabbimsin!..” diye cevap vermiştin ya.

Kendini bilmen için, kendini bildiriyor sana, ne var bunda? Aczini, kusurunu, zaafını bilmeden, nasıl bileceksin kadrini, kudretini ve merhametini? Nasıl bileceksin sığınmayı?! Şimdi sen, başın girdabın içinde kalmış dönmekteyken, seslenip, üstelik bir de seyredenlerini rahatlatacaksın. Diyeceksin ki:

“-Üzülmeyin! Sınıyor! Tasalanmayın! Kabdan kaba koyuyor…”

Bunu yapmak bazen zor, bazen zordan da zor ya, ne çare ki, bu olur, sana düşen tek pay da... Sırat üstünde gönül, aşk ile hazan lâzım! Cânân rızâsı için, ezberler bozan lâzım!

* * *

Bir gün birine,

“-Allah gönlünün murâdını versin!” diye duâ etmiştin de:

“-Sakın!..” demişti.

Şaşırmıştın. O güzel insan açıklamıştı:

“-Niye şaştın? Ben gönlüme güvenmem! Benim gönlüm, iyiyi de ister, kötüyü de ister. Lâzım olanı da, olmayanı da ister. Ben gönlümün murâdına güvenmem; fakat duâ et de, O’nun murâdı, benim gönlümün de murâdı olsun. O’nun hakkımda murâd ettiği şey, benim nefsime zor ve ağır gelmesin.”

O vakit, dönmüş de bakmıştın kendi hâline. Görmüştün ki, pek çok muradların var. Kolları her bir yana yetişen kocaman ahtapotlar gibi, ne görseler arzuyla uzanıyorlar. Her yanının talepten ibâret olduğunu fark edince garipsemiştin. Muradlarından kimi cennet kapısına, kimi de cehennem çukuruna taşıyor gibiydi seni. Hem baktın ki, sırat pek kaygan. İşte o gün anladın:

“-Gönlüne giren, aklını çelen her murâda güvenmemen lâzım!..”

Kimi murâd, hayır sandığın hâlde şermiş. Kimisi şer sandığın hâlde hayır… Sırat üstünde seni Hakk’a taşıyan er lâzım! Yolda bırakacak değil, kurtaracak nefer lâzım!

* * *

Hatırla! Sen, tâlip olmayı bile bilmezken, ılık bir havuzun içinde, tasadan uzak yüzmedeydin. İhtiyacın olan her şey emrindeydi. Allah seni, dokuz ay boyunca yüzdüğün sudan çıkardı da ilk defa nefes aldın. Üstelik o zamanlar, bunun bir ihtiyaç olduğundan bile haberin yoktu. İstemeyi bilmezken, senin hayrına olmak üzere Rahman lutfetti. İçin yandı ağladın! Dünyaya gelişin feryat-figân... O zamanlar yolun kısaydı, uzun sürmedi hedefine varman…

Önce sıcak bir örtüye meylettin, sarıp sarmaladılar. Sonra sevgi dolu bir kucak aradın, sımsıkı sarıldılar. Süte uzandın. Doyasın, büyüyesin, ağlamayasın diye, kana kana emzirip doyurdular. Mâsumdun. Sevdiler, nazını çektiler. Ne tatlıydın. Her görene Allâh’ı hatırlatacak kadar da tertemizdin üstelik. Sırât’ın cennet üstündeydi. Renk renk çiçeklerle bezeliydi.

An geldi, sıkıldın bunlardan... Sonra, her dâim hazır olduğu için, varlığını fark edemez oldun “nefes”in. Senin sandın. Zaten, su ihtiyacını da gideriyorlardı. Rahattın. Yine de fazlasına aktı gönlün. İçtiğin yetmez oldu, “Yağdır!” dedin. Esirgemedi Allah. Yağmurunu indirdi gökten... Bazen şükrettin, bazen “sırası mıydı!” deyip tersledin. Sırât’ın hâlâ cennet üstündeydi. Bu tersleyişlerin de, büyüklerini taklidden ibâretti.

Bu kadarla kalmadın elbet. Dur durak bilmedin. Baktın ki hava hazır, su sebîl, toprağa meylettin bu sefer… Derdin oynamaktı. Bulandın, üstünü başını çamur ettin. Ne de tatlı olurdun burnunun ucu bile çamur olduğu vakit. Hem annen de kızmazdı, onun için pek kıymetliydin. Üstelik, bilirdi çamurun pislik değil, şifâ olduğunu. Akşam eve geldiğinde bir güzel yıkardı seni... Sıcacık suyun tesiriyle, hemen uykuya dalardın. Sırât’ın hâlâ bir bahçenin üstündeydi. Düşüversen, meleklerin kucağında bulacaktın kendini... Düşmedin.

Yol bu. Sağı solu manzara. Ateşi o ilk gördüğün günü hatırla. Nasıl da gözlerin açılmıştı şaşkınlıktan. Bu neydi! Ne değişik bir şeydi! Her bulduğuna ellerinle dokunmak isterdin. Daha yakından tanımak, keşfetmek isterdin. Çamur da bu sebeple rahatlatırdı seni. Dokunabildiğin için. Ne var ki, bu sefer izin vermedi annen.

“-Sakın dokunma! Yanarsın!” dedi korkuyla...

Onu ilk kez böyle yasaklarken gördüğün için miydi ne, ateşi çok merak ettin. Kötü bir niyetin yoktu. İlk fırsatta uzandın, dokundun ve yandı elin. Sırât’ın hâlâ cennet üstünde uzanmadaydı. Sen elinin acısıyla ağlamadaydın.

İlk yedi yılında fazlasıyla tanıştın dünyayla. Neydi dünya? Hava, su, toprak ve ateşten mürekkep bir âlem... Bugünkü hâline bakıyorum da:

Bitmemiş arayışın. Tatmin olmamışsın verilmişlerin hiçbirinden. Hâlbuki Sırat üstünde, mutmain bir nefs lâzım! Kuşlarını uçurmuş, nahif bir kafes lâzım!

* * *

Büyüdün. Havanın daha çoğunu, suyun daha fazlasını, toprağın “sana âit olmasını” ve ateşin, önünde selâm durmasını istedin. Büyüdükçe nefsin de büyüdü, taleplerin de... Sırât’ının altı ısınmaya, meyillerinle ellerin kaşınmaya başladı. Sevimli ve mâsum yanında lekeler çıktı. Hem her yandan, her türlü tehlikeye de kapılar açıktı. Zamanla renk ve şekil değiştirdi her şey. Sırât’ın inceldi. Çocukluğunda seyretmeye alıştığın güller, alev topuna dönüştü. Sadece cennetin değil, cehennemin de muhatabı oldun. Mes’ûliyetlerin başladı. İhtiyaçlarınsa hâlâ dört tane: Hava, su, toprak ve ateş. Gel gör ki, onların da mahiyeti değişti. Yetinebildiğin, değil, “zaten hep hazır ve bedelsiz oldukları için, şükrünü ihmal ettiğin” birer garibe dönüştüler. Yüzlerini mahzun ettin.

Yine de vermekten vazgeçmedi “el-Kerîm”. Eş istedin, verdi. İş istedin, verdi. Pul verdi, çaput verdi. Makam, mekân, zaman, imkân, her şey verdi. Verdi ya, sanki vereni unuttun. Hiç durmadın da zaaflar büyüttün. Nefeslerin çoğaldıkça, heveslerin de çoğaldı. Heveslerin çoğaldıkça sesin… Kocaman oldu, azmana döndü murâdın! Sandım ki kapılardan sığmayacak. Cüssesi irileşti! Gözü karalaştı! Hûrilere taliptin; lâkin çocukluğu bırakmadın. Hâlbuki annen sana:

“-Dokunma, yanarsın!” dediydi.

Rahmete bak ki, ateş de çeşit çeşit. Sadece Sırât’ın altında kaynayıp duran cehennem ateşi yok! Bir de aşk ateşi var ki, bir tek içine düşenlere mâlum. Zaten, hiçbir şey kandırmayınca, ona açıldı gözün… Şimdi, âşık olmak istiyorsun ya, herkesin giyebileceği bir kaftan değil aşk! Kalıbının adamı olmayı gerektirir. Yiğitlik ister! Sen yiğitsen, âmin de ki, “Artık, sadece Hakk’ın rızâsına tâlip ve vâsıl ol!..” diye duâ ediyorum senin için…

Bazen ellerimi, bazen kalbimi açıyorum. Bazen yağmurlu, bazen bulutlu oluyor havam. Ara sıra bulanık, ara sıra dupduru oluyor gözyaşım. Ve ateş, kâh dağlıyor, kâh pişiriyor yüreğimi!.. Yine de gıyâbında duâ ediyorum. Ve senin için yalvarırken, kendim için yalvarmış oluyorum. Zira pek yok birbirimizden farkımız. Diyorum ki:

“-Şu gönlüme koyduğun sayısı belirsiz taleplerim içinde, en kuvvetli murâdım aşk ise, biliyorum, daha nice işle sınayacaksın beni. Mâdem durum budur, murâdımı murâdın eyle Allâh’ım! Murâdından râzı olmaya yetecek güç nasip eyle. Civarımda dolanan, murâd maskeli heveslerden ve zaaflardan koru beni!... Herkesin bir ilâhı var! Gönlümün biricik ilâhı, Sen ol! Öyle ol da, “yalnızca Sen’in muhabbetini kaybetmekten korktuğum için” haramlardan kaçayım. En nâzik meselem, Sen ol! Beni makamın, paranın, şunun-bunun endişesiyle değil, sadece Sen’i hakkıyla sevmenin derdiyle doldur da, “Âşığım!” sözünde yalancı çıkan sahtekârlardan olmayayım.

“-Sizin taptığınız, benim ayaklarımın altındadır.” diyeni nasıl, bir Yavuz ile akladıysan, “Rabbim, Allah’tır!..” diyenleri de öylece akla!.. Nefesini, hevesi için harcayıp da, hem kendini, hem başkalarını kafesleyenlerden etme bizi. Kandıran, çalan, haddi aşan ve hakkı yokken mahrem sınırlara taşanlardan etme! Biricik murâdımız ol! Murâdımızı, murâdında erit! Bizi, Sana yaklaştıracak muradlarla canciğer, Sen’in rızandan uzaklaştıracak muradlardan da uzak et!

Sırat üstünde bize doludizgin at lâzım! Arzularını değil, “Allâh’ı murâd” lâzım!

* * *

Duânın kabul vakti gelene dek, dilimde bir âh, içimde bir sızı, gözlerimde bir acıklı bakış olarak kalacaksın. Ümitle dolu kalbin, yalnızca Rahmân’ı diliyor olduğu gün, işte o gün, canım olacaksın! Ve işte o gün, belki de murâdımıza beraberce ereceğiz… Çünkü bugün nasıl birlikteysek, yarın da Sırât’ın üzerinden, aynı velînin kalbinde, birlikte geçeceğiz.

Mâdem öyle, görecek, bir çift yanık göz lâzım! Hayır, kuru söz değil, yola fedâ öz lâzım! Mâşuk lâzım, Âşık lâzım, Ser lâzım! Sırât üstünde bize, o Şeyhü’l-Ekber lâzım!

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle