Eyyüb Sabrı

Nefes alıp verdiğimiz bu hayat, acı-tatlı birçok hâdiseyle örülmüştür. Tatlı ve mesud günler çabucak geçip giderken, acı ve dertli günler insana hiç bitmiyormuş gibi gelir. Bu yüzden nedense insanlar, bütün günlerinin, aylarının, hatta ömürlerinin hep çilelerle dolu olduğunu düşünür ve sızlanıp dururlar.

Oysa başımıza gelen bu musîbet ve belâlar da, “insan” olmamızdan ve bir “imtihan dünyası”nda yaşamamızdan kaynaklanmaktadır.

Cenâb-ı Hak, îman edenle inkâr edeni, sabır ve şükür içinde rızâ gösterenle isyan ve nankörlük içinde bozgunculuk edeni birbirinden ayıracağını vaad etmiştir. Mülk Sûresi’nin ikinci âyetinde şöyle buyrulur:

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak gâliptir, çok bağışlayıcıdır.”

 O hâlde başımıza gelen sıkıntı ve felâketler, sebepsiz ve lüzumsuz değildir. Gerçekten bazı felâketlerin sebebi, bizim yaptığımız şahsî ve nefsânî hatalardır. Bazı felâketler de bizim, kalb cevherimizi saflaştırmak, üzerimizdeki toprakları silkeleyerek daha saf bir altın hâline dönüşmemiz için geçilen bir ateş çemberidir.

Bu sebeple Rabbimiz, en sevdiği kullarını, en çetin imtihanlardan geçirmiş ve onların en yüce sabır, tevekkül ve teslimiyet hâllerini insanlara örnek göstermiştir. Meselâ Hazret-i İbrahim, biricik oğlu Hazret-i İsmail’i kurban etmek ile imtihan edilmiş, Hazret-i Yakub, en sevdiği oğlundan kırk yıl gibi uzun bir müddet ayrı kalmış, ona olan hasretinden ağlayarak gözlerini kaybetmiş, Hazret-i Yusuf, kardeşleri elinden öldürülmek üzere kuyulara atılmış, çirkin iftiralara mâruz kalarak zindanda yıllar geçirmiştir.

Şüphesiz, sabır ve tevekkülü ile peygamberler arasında zirveleşen zâtlardan birisi de Hazret-i Eyyub -aleyhisselâm-’dır.

Hazret-i Eyyûb, ömrünün başlangıcında zengin, ortasında fakir ve kimsesizdir; sonunda ise şükrü ve sabrının neticesinde ilâhî yardımla eski günlerine kavuşmuştur. Hazret-i Eyyûb’un imtihanı, bizler için çok büyük ibret, hikmet ve misaller ile doludur.

Rasûlullah Efendimiz, Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-’ın sabrının şöyle methetmektedir:

“Hazret-i Eyyûb, insanların en halîmi, en sabırlısı ve en çok gazabını (öfkesini) yeneni idi.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, III, 201)

* * *

Şimdi bu örnek hayata kısa bir göz atalım:

Cenâb-ı Hâk, Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-’ın malı ve mülkünü telef edip onu imtihana tâbî tuttuğunda, Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- Rabbine tevekkül ve teslimiyetle şöyle dedi:

“-Mal ve mülkü, bana Rabbim vermişti. Şimdi de O aldı. Yegâne sahip O’dur! Dilerse verir, dilerse alır!...”

 

Çocukları, birer birer ölmüştü. İnsanlar kendisini terk etmiş, hanımıyla birlikte yalnız yaşamaya başlamıştı. Hazret-i Eyyûb –aleyhisselâm- malını kaybetmesi, çocuklarının bir zelzele neticesiyle ölmesi, aynı zamanda da evinin yıkılması hepsi imtihanlarının tecellisiydi.

Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-’ın imtihanlarının en büyüğü, (Kur’ân-ı Kerim’de ismi belirtilmeyen) bir hastalıktı. Bu hastalığı, çok şiddetliydi. Şefkatli hanımı Rahîme Hâtun, Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hizmetini, benzeri olmayan içtenlikle ve severek yapıyordu. Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- her şeyin Rabbinden geldiğini ve bu hastalığın da bir imtihan olduğunu gâyet iyi biliyordu. Rabbinden gelen bu dermansız hastalığın şifasının, yine Rabbinden geleceğinin farkındaydı. Sabırla, Rabbine tevekkül ve şükür edâsı içerisindeydi.

Zevcesi Rahîme Hâtun, geçimlerini temin için şehirdeki hanımlara iplik bükmekteydi. Bir ara efendisine:

“–Sen bir peygambersin! Allâh Teâlâ’dan sıhhat ve âfiyet istesen de bu dertleri Sen’den alsa!..” deyince Eyyûb -aleyhisselâm-:

“-Sıhhat ve âfiyetle geçen günlerimiz ne kadardı?” diye sordu.

Rahîme Hâtun:

“-Seksen yıl idi.” dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Eyyûb:

“–Ey Rahîme! Şiddet ve belâ zamanı, sıhhat ve safâ süresi kadar olmadan Cenâb-ı Mevlâ’ya şikâyet etmekten hayâ ederim. Allâh Teâlâ, bizlere nîmetler verirken (râzı oluyoruz da), O’ndan gelen belâlara niçin sabretmeyelim?!” dedi.

Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hastalığı gün geçtikçe şiddetini arttırıyordu. Peygamberlik vazifesini yapmasına mânî olmaya başladığında, Rabbine şöyle duâ etti:

“…Bana gerçekten hastalık isâbet etti. Sen merhametlilerin en merhametlisisin!..” (Enbiyâ, 83)

Bu arada Cebrâîl -aleyhisselâm- gelerek Cenâb-ı Hak’tan:

“-Ey Eyyûb! Belâ verdim, sabrettin... Şimdi de tekrar sıhhat ve nîmet vereceğim!” haberi ile şu ilâhî emri getirdi:

“Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su!” (es-Sâd, 42)

Eyyûb -aleyhisselâm-, ilâhî emir mûcibince ayağını yere vurdu. Hemen bir pınar fışkırdı. O da bu su ile yıkandı ve böylece mûcize olarak iç ve dış hastalıklarının hepsinden kurtuldu. (Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 3, Erkam Yayınları)

Âyet-i kerîmelerde geçen kelime ve cümlelere dikkat etmek lâzımdır. Enbiyâ Sûresi’ndeki âyete göre, Eyyub –aleyhisselâm- peygamberlik vazifesini yapamaz duruma gelince, Cenâb-ı Hakk’a müracaat etmiş ve o müracatta da “hastalığın bitmesini” talep etmemiştir. Sadece kendi hâlini arz ederek, Allâh’ın rahmet ve lütfuna sığınmıştır. Çünkü O, zaten her hâlini, açığını ve gizlisini bilmektedir.

Diğer bir husus da, hastalığın tedâvîsi hakkında gelen ilâhî emirdir. Bu ilâhî fermanda:

“Ayağını yere vur!” diye emredilmesine dikkat etmek lâzımdır. Cenâb-ı Hak, âdeta yaratacağı ilâhî mûcize için bile kuldan bir hareket, gayret ve emek istemektedir. Bu da, tevekkül ve teslimiyetin nasıl olması gerektiği hususunda bize örnektir. İnsan, sebeplere sarılmakta kusur etmeyecek, oturup sâdece duâ etmekle yetinmeyecektir. Kul olarak kendisine düşenleri yerine getirdikten sonra, duânın îcâb ve kabul şartlarına da riâyet ederek hâlini Cenâb-ı Hakk’a arz edecektir.

O, ne güzel bir peygamber ve ne sabırlı bir kuldu. Allah, O’nun yüce ahlâk ve hâlinden bizlere de hisseler nasip eylesin. Âmin.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle