Hayâ, yalnız Hayır Getirir

Rasûlullah r bir gün zekât olarak toplanan koyunların yanına gitmişti. Koyunların yanında, onlara bakmak üzere ücret mukâbili tutulmuş olan bir çoban bulunuyordu. Efendimiz r, çobanın orada yarı çıplak vaziyette dolaştığını görünce hemen yanına çağırdı ve:

“‒Bizim için kaç gün çalıştın, bizde ne kadar alacağın var?!” diye sordu.

(Peygamber Efendimiz’in bu suâli üzerine) işten uzaklaştırılacağını anlayan çoban, büyük bir endişe içerisinde:

“‒Niçin yâ Rasûlâllah? Yoksa hayvanların bakımını ve gözetimini güzel yapamıyor muyum?” diye sordu.

Allah Rasûlü r ise, (îmandan bir şûbe olan hayâ hakkındaki hassâsiyetini şu sözleriyle ifâde etti):

“‒Hayır, ondan değil! Lâkin ben, aramızda çalışan insanların yalnız kaldıklarında bile, Allah Teâlâ’dan hayâ eden kişiler olmasını arzu ediyorum! Yalnız kaldığında Allah Teâlâ’dan hayâ etmeyen kişinin yaptığı işi istemiyorum!(Bkz. Beyhakî, Şuab, X, 196/7370; Mervezî, Tâzîmü Kadri’s-Salâh, II, 836)

Peygamber Efendimiz r, bir diğer hadîs-i şerîflerinde de bu hassâsiyete şöyle dikkat çekmişlerdir:

“İnsanlar tarafından görülmesini istemediğin bir şeyi, yalnız kaldığında da yapma!”[1] Zira “Allah, kendisinden hayâ edilmeye, insanlardan daha lâyıktır.” (Ebû Dâvud, Hammâm, 2/4017)

Tesettür ve onun mânevî sâikı olan edep ve hayâ, insana âit bir keyfiyettir. Diğer mahlûkat için edep, hayâ ve örtünmek mevzubahis değildir. Ayrıca örtünmek, fıtrî bir kulluk edebidir. Nitekim Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ’nın, cennette başka insanlar olmadığı hâlde hayâ edip telâş içerisinde yapraklarla örtünmeye çalışmaları, bu keyfiyetin insanoğlunun fıtratında bulunan en köklü vasıflardan biri olduğunun göstergesidir.

Unutulmamalıdır ki, her kadın ve erkek, şahsiyet ve vakârını ancak tesettür ve hayâ sâyesinde koruyabilir. Zira erkek, tesettüre dikkat etmesiyle bir şahsiyet tevzî ederken, hanım da örtüsüyle karşısındakine zarâfet ve nezâket hissi verir. Bu sebepledir ki, tesettür ve iffetini zâyî eden kimseler, insanlık şahsiyet ve haysiyetine vedâ etmiş olurlar.

Hayâ ve iffet, insanı ahlâka aykırı her türlü fenâlıktan koruyan ve onu kötülüklerden ayıran bir perdedir. O perdeyi yırtan bir kimse, günah bataklığında boğularak perişan olmayı peşinen kabûl etmiş ve ebedî saâdetten mahrum olmuş demektir. Zira Hazret-i Ömer t’ın buyurduğu gibi; «Hayâsı gidenin kalbi ölür.» Zâhiren canlı, lâkin mânen ölmüş bir kalp ile de Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak aslâ mümkün değildir.

Bişr-i Hâfî Hazretleri ne güzel buyurmuştur:

“Her şeyin kendine yakışan bir zîneti vardır. Hayânın zîneti de günahları terk etmektir.”

Kadın ve erkek, yaratılış itibârıyla birbirinden farklılık arz ettiğinden, kadın ve erkeğin tesettürleri de birbirinden farklıdır. Zira kadın, erkeğe göre yaratılıştan câzibelidir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk’ın emri olan tesettürden uzaklaşarak, kendisini topluma bir nevî deşifre ettiğinde, nezâket ve zarâfeti zaafa uğrar. Annelik vasfı ve nesli koruma husûsiyeti zarar görür. Bu bakımdan onun câzibesi, tesettür emri ile yalnız efendisine tahsis edilmiştir. Çünkü kadın ve erkek arasında neslin devâmı için birbirlerine karşı değişmez bir fıtrî temâyül mevcuttur ki, tesettür emrine riâyet edilmediği takdirde bu meyil, toplumda ilâhî hudutları çiğnemek gibi tehlikeli bir ahlâkî çöküntüye sebep olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın:

“Zinâya yaklaşmayınız!..” (el-İsrâ, 32) emr-i ilâhîsindeki nüktelerden biri de; “Tesettüre riâyetsizlikle zinânın yolunu açmayınız, ona imkân hazırlamayınız!” demektir. Zira uçurumun kenarında gezen bir kimsenin, her an için oradan aşağıya düşme ihtimâli söz konusudur.

İslâm, zâhiren câzibesi olmayan bir kadına da tesettürü emretmiştir. Yani “Bu kadın, başını, kolunu ve ayaklarını açsa da açmasa da bir şey fark etmez, zâten dikkat çekici değildir.” denilemez. Burada kadının, tesettürle kadınlık vakârının korunması esastır. Nitekim tesettüre riâyetsizlik etmenin neticesini gösteren şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Hazret-i Âişe c’nın yanına, Şamlı kadınlardan bir grup gelmişti. Hazret-i Âişe:

“–Sizler herhâlde, hanımları hamamlara giren (orada tesettüre dikkat etmeyen) bölgedensiniz!” dedi. Kadınlar; “Evet!” diye cevap verdiler. Hazret-i Âişe:

“–Ama ben, Rasûlullâh r’in; «Elbisesini evinin hâricinde bir yerde çıkaran (yani tesettüre dikkat etmeyen) her kadın, mutlakâ Allah ile kendi arasındaki perdeyi yırtmış olur.» buyurduğunu işittim.” dedi. (Ebû Dâvûd, Hammâm, 1/4010; Tirmizî, Edeb, 43/2804)

Îmânı yüceltip kemâle erdiren hayâ, takvânın ayrılmaz bir parçası, iyilik ve güzelliklerin anası, akl-ı selîmin ayrılmaz bir cüz’ü, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbet ve rızâsını kazandıran bir vasıftır.

Bu sebeple bir kul, her hâl ve ahvâlde hayâ üzere davranmalı ve tesettürüne son derece dikkat etmelidir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere en mühim tesettür, “takvâ elbisesi”[2] ile olandır. İnsan, bütün kulluk vazifelerini, ancak bu takvâ elbisesini üzerinde taşıdığı müddetçe gönül huzuru içerisinde îfâ edebilir.

Bu husustaki hassâsiyeti, örtünme çağına gelmiş genç bir kızdan daha hayâlı olan Âlemler Sultânı Efendimiz’in yetiştirdiği sahâbîlerde de görmek mümkündür. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir t bir defâsında önündeki topluluğa şöyle hitap etmiştir:

“Ey müslüman cemaati! Allah U Hazretleri’nden hayâ ediniz! Canımı kudret elinde bulunduran Zât-ı Zülcelâl’e yemin ederim ki, ben Rabbimden hayâ ettiğim için, kimsenin olmadığı sahrâda tuvalete giderken bile elbisemle iyice bürünürüm.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 34)

Hayâ duygusundan mahrum olmak, insan için en büyük bir felâkettir. Zira hadîs-i şerîfte; Hayâ ve îman bir aradadır. Biri gittiğinde diğeri de gider!” (Süyûtî, I, 53) buyrulması, hayânın olmadığı yerde îmandan söz etmenin de mümkün olmadığını göstermektedir. Hayânın bu yüksek değerini göstermesi açısından Mâlik bin Dinar Hazretleri’nin şu sözleri ne kadar dikkat çekicidir:

“Allah Teâlâ bir kalbi, kendisinden hayâyı gidermekle cezalandırdığı kadar hiçbir şeyle cezalandırmamıştır.”

Peygamber Efendimiz r, bir hadîs-i şerîflerinde hayâ eksikliğinin kulu nasıl helâke sürüklediğini şöyle beyan etmişlerdir:

“Azîz ve Celîl olan Allah, bir kuldan nefret edince ondan hayâyı çekip alır. Hayâyı ondan çekip alınca da onunla sadece nefret edilen kişiler karşılaşır. Sonra ondan emanet vasfını çekip alır. Ondan emanet vasfını çekip alınca rahmetini de çekip alır. Rahmetini ondan çekip aldığı zaman, İslâm bağını da ondan söküp almış olur. İslâm bağını ondan aldığı zaman, artık onunla azgın şeytandan başkası karşılaşmaz.” (Süyûtî, el-Câmiu’l-Kebîr, 1/31; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 7734)

Şâir ne güzel söylemiş:

 

Hayâ; nâmus ve îmâna delildir.

Hayâsız dâimâ hor ve zelildir.

 

Velhâsıl, insanlığın ziyneti olan hayâ ve bunun bir neticesi olan tesettür, sahibini -cinnîlerin tasallutu da dâhil- pek çok kötülükten muhâfaza eden mânevî bir kalkandır. İnsanın, Allâh’a ve Oʼnun kullarına karşı vazîfelerini hakkıyla yerine getirmesini temin eden bir fazîlettir. Hayânın kazandırdığı en büyük fazîlet ise, edeptir. Nitekim Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurmuştur:

“Aklım, kalbime; «Îman nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek dedi ki: «Îman, edepten ibârettir!»”

Yâ Rabbi! Engin lûtf u kereminle bizlere hidâyet, takvâ, iffet, hayâ ve gönül zenginliği ihsân eyle!

Âmîn…

 

[1] Mâmer bin Râşid, Câmi, XI, 144/20151; İbn-i Hacer, el-Metâlib, XI, 440/2575.

[2] Bkz. el-A‘râf, 26.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle