Bir Vefa Öyküsü

Güneşin ilk ışıklarında saklıydı belki de çocukların annelerine olan tertemiz duyguları. Her çocuk şefkatli kollarında uyanmak ve gönlünce sarılmak isterdi annesine. Bu gün de o günlerden farksız geçmeyecek bir gündü. Bu gün de, güneş bir kez daha buluşacak en masum bedenlerle ve bir kez daha yetişecekti doktor girmeyen evlere…

Her canlının telaffuz ettiği, kudreti sonsuz varlık, yarattıklarının hiçbirini rızıksız bırakmayacak, kör tavuğun bile ekmeğini-suyunu kendisine ulaştıracaktı. Karanlık gecede kara tarlada kara karıncanın nasibini veren O, bugün de herkese bir pay ayırmış olmalıydı. Bu O’nun şânındandı, kudretindendi.

Öyle ya! Daha şebnemleri kurumayan çiçekler, bahçelerde yaprağa yeni durmuş fidanlar endâmını gizlemiyorlardı. Hayat devam ediyor. Yeryüzünde sevinçler de yaşanıyor, kederler de…

Vefâ’nın hülyâsı ne olabilirdi ki… Bir çocuk bedeninde yeşeren en taze hayaller, ancak bir oyuncak kadar derin, yahut bir çikolata kadar tatlı veya bir çift kırmızı ayakkabı kadar müstesnâ olabilirdi.

Vefâ, hayatın merkezine koymuş kendini ve olanca enerjisiyle sevmişti herşeyi... Babasını henüz minik bir kızken kaybetmişti. Ama onun için annesi, bir anneden ve hatta bir babadan da öteydi.

Vefâ büyüyordu. Dünyanın toz pembeliğinden daha hiçbir şey kaybolmamıştı, Vefâ’nın gözünde… Herkesi, kendisi kadar saf ve her insanı, kendisi gibi cana yakın biliyordu. Tâ ki, bir gün biricik annesiyle bir ayakkabı mağazasından bir çift kırmızı ayakkabı alana kadar. Annesine o kadar çok müteşekkirdi ki, duygularını ifâde edecek kelime yazılmamıştı henüz lügatlere... Ne deseydi biricik annesine?!. Hangi coğrafyanın hangi kelimesiyle teşekkür etseydi. Yüreğinden geldiği gibi sıkı sıkı sarıldı anneciğinin boynuna. Gözlerini gözlerine çiviledi âdeta... Vefâ için anneciğinin gözlerinden daha derin, daha sıcak ne olabilirdi.

“-Çok sağ ol anneciğim. Çok sağ ol!.. Teşekkür ederim sana. Bu ayakkabılar çok güzel. Çok harikasın anneciğim!..”

Vefâ oynamak, zıplamak, parklarda çocuklarla koşmak, doyasıya çocuk olmak istiyordu. Annesinin bir tanesiydi. Gül kokulusu idi. Prensesiydi. Annesi henüz ayakkabı mağazasından çıkmamıştı ki, Vefâ o çocuk çevikliğiyle bir ân önce yolun karşısındaki parka atmak istiyordu kendisini. Annesini beklemeden yola fırlayıverdi.

İşte ne olduysa o ân oldu.

Vefâ yola düştü... Vefâ hayata küstü... Vefâ’nın dünyasından yıldızlar kaydı. Vefâ’nın gözlerinin feri gitti. Vefâ karşıya geçerken dünyası yıkıldı.

Bir çığlık koptu. Bir canhıraş feryad aldı bütün caddeyi. Bütün annelerin yüreği koptu yerinden. Annesi elindekileri fırlattı yere. Koştu Vefâ’ya. Sarıldı Vefâ’sına.

“-Vefâ’m! Vefâ’m! Vefâ’m!...”

Vefâ kanlar içindeydi. Ölüm müydü bunun adı? Yok! Yok! Olamazdı.

“-Vefâ henüz miniciksin kızım!”

“-Henüz bir çiçeksin!”

“-Henüz doymadım sana, canım Vefâ’m!.”

Ananın yüreği şimdi bir yangın yeriydi. Ateş düştüğü yeri yakardı. Ana yüreği dağlandı. Karalara bağlandı. Vefâ’ya vuran araba çoktan sırra kadem basmıştı. Ve Vefâ’nın bedeninden cansız bir çift ayak kopup gitmişti. Vefâ’nın bütün yolları kapanmıştı. Bütün umutları yok olmuştu. Vefâ’nın ayaklarını biçmişti, ona vuran araba.

Daha yeni aldığı kırmızı ayakkabıları kıpkırmızı kana bulanmıştı. Ayakkabılar, sahibi tarafından daha giyilemeden karşı kaldırıma ulaşmıştı. Doyasıya oynayamadan, çimenlerde zıplayıp koşamadan, hem kırmızı ayakkabıları, hem de ayakları gitmişti Vefâ’nın.

Anne ne yapsaydı?! Anne nasıl dayansaydı bu acıya!.. Sabrın hangi çeşmesinden içseydi sabır suyunu da, yüreği kavî olsaydı.

Hastaneye götürüldü. Doktorlar muâyeneden sonra Vefâ’nın ölüm kağıdını yazdılar. Vefâ’nın annesinin gözünde doktorların yüreği taş olmuştu sanki… İçinden:

“-Zâten ateş düştüğü yakar!” dedi.

Sanki bir Vefâ değil, bin Vefâ olsaydı kanla bulanmış ellerinde başkasının umrunda mı olurdu?!.. Sadece “vah yazık, geçmiş olsun, Allah rahmet eylesin!..” Ötesi? Dünyada bir Vefâ eksik olmuş, fazla olmuş, onlar için ne farkeder ki… Ancak anneler, yüreklerine siyah taşlar bağlasınlar, ağlayıp yaksınlar yüreklerini… Ölenin derdini ancak onu doğuran bilirdi lâyıkıyla!..

Bir ara doktorlardan birinin içi cız etti. Eğildi kalbini tekrar dinledi Vefâ’nın!.. Kalbini yaşatanın verdiği firâsetle. Gözleri parladı. Rengi değişti. Dudakları gülümsedi. Ve ve:

“-Bu yaşıyor!..” dedi. “Ölmemiş!..”

“-Vefâ yaşıyor, Vefâ hayatta!..” dedi.

Anne sanki yeniden dirildi. Annenin yüzü dünyaya yeniden güldü. Anne yeniden şükretti, Vefâ’sını verene...

Evet Vefâ’nın ömür çizgisi henüz son bulmamıştı. Kaderini çizen, ona ummanından bir katreyi daha lutfetmişti… Ve kader kaleminin sesi sanki:

“-Vefâ sen yaşa!.. Sen yaşa ki, bütün vefâlar yaşasın. Sen yaşa! Sen sabra sarıl. Tevekkül et. Biz sevdiğimiz kulları böyle zaman zaman imtihan ederiz. Sen ümidini yitirme ki, Biz sana yeniden nice sevinç veririz. Senin kaybettiğin kırmızı ayakkabıların yerine, sana altın yürekli insanlar hediye ederiz!..” diyordu.

Vefâ büyüdü. Dizden aşağısı yoktu. Ama damarlarında akan deli kan, o kadar sıcak, o kadar dolu dolu akıyordu ki, Vefâ’nın hayalleri hiç yarım kalmadı!.. Hayata sımsıkı sarıldı. Kendisini başkalarından hiç eksik görmedi.

Doktorlar toplandılar:

“-Vefâ’nın ayaklarına protez takalım.” dediler.

“-Ama bunların üzerine fazla yüklenmemelisin. Değneklerle gezmelisin!..” demeyi de ihmâl etmediler.

Vefâ protez taktırdı. Ayakları vardı artık, plâstikten de olsa!.. Ama doktorların tenbihini tutmadı. Değnekleri hiç kullanmadı. İnsanların kendisine sakat demesini istemiyordu. Herkes gibi yürüdü, ayaklarında protezlerle. Hâlini fark ettirmemeye çalıştı. Acısını içine gömdü.

Aradan yıllar geçiyordu. Takılan protezler, Vefâ’nın dizlerindeki damarları kurutuyordu. Ancak kalbindeki hevesleri ve hırsı kurutamıyordu. Bu protezlerin değişmesi, yerine yenilerinin yapılması gerekiyordu. Yoksa Vefâ, bacaklarının kalan kısmını da kaybedecekti.

Bir güneş doğuyordu yine. Bu güneş, kim bilir hangi öksüzü sevindirecek, hangi yetime umut olacak, hangi nâçâra (çâresize) çâre olacaktı?!. Kim bilir?

Yeryüzünde Allah’ın adının anıldığı yerler çoğaldıkça mazlûmların sevinci de artıyordu, bir kat daha. Her “Allah” denildiğinde kuvvet geliyordu, saf ve hâlis bir kalple îman etmiş olanlara!...

Vefâ artık tefekkürün ne demek olduğunu iyi bilen bir kızdı. Hamdin, şükrün, sabrın, tevekkülün her türlüsünü yaşayarak biliyordu. Daha minicikken ayaklarını alan, elbet birgün karşısına bir talih kuşu çıkaracak ve yüzünü güldürecekti...

Duydu ki, Bakü’de kızlar için dînî eğitim veren bir okul açılmış. Bu okulun tek gâyesi İslâm’ı bilen, imanlı hanımlar yetiştirmekmiş. Vefâ’nın gözlerine ışık geldi. Sevindi. Annesine:

“-Anacığım!..” dedi. “Canım annem. İzin ver, ben de okuyayım, dînimi öğreneyim. Öğrendiklerimi yaşayayım. Başkalarına anlatayım!..”

Anası nasıl kırardı biricik yavrusunu. Nasıl incitirdi kuş kalpli bir tanesini....

Daha güllerin şebnemleri kurumadan, bir sabah fecirle beraber yola çıktılar. Bakü’nün sisli, dumanlı havasını soluyarak geldiler. Okulun kapısından içeri girdiler... Her zamanki dipdiri sesiyle Vefâ:

“-Ben…” dedi. “Okumak, dinimi öğrenmek istiyorum!..”

Öğretmenler bir arkadaş içtenliğiyle, bir anne şefkatiyle kucakladılar Vefâ’yı.

“-Sen bu hâlinle yeter ki, oku Vefâ!..” dediler. “Biz sana her konuda yardımcı oluruz..”

Vefâ kanatlandı sanki... Uçtu uçtu. Bir güvercin gibi...

Sevincinden gözyaşları ıslattı yanaklarını. Burada kardeşliği öğrendi. Candan olmayı öğrendi. Hayatı öğrendi… Ancak ayaklarındaki ağrılar gitgide artıyordu. Öyle ki, artık yürüyemez olmuştu. Tek çâre, ameliyat ve sonrasında protezlerinin değişmesiydi.

Birgün okula Türkiye’den misafirler geldiler. Okulun binasını gördüler. Orada hizmet eden öğretmenleri gördüler. Aşkla şevkle okuyan öğrencileri gördüler. Sevinçlerine sevinç kattılar. Gönüllerine ferahlık geldi:

“-Bunlar buranın gelecekleridir!..” dediler. “Bunlar buranın en nâdîde insanlarıdır!..”

Misafirlerin yanına birisi geldi ve yaralı Vefâ’nın durumunu arzetti. Vefâ’nın çileli hikâyesini anlattı bir çırpıda. Misafirlerin yüreği titredi. Gözleri yaşardı. Kalbi pır pır uçuyordu, dayanamadı. Hüznüne hüzün kattı.

“-Gelsin!..” dedi. “Türkiye’ye gelsin. Ne lâzımsa biz yaparız, Allâh’ın izniyle!..”

Vefâ bu haberi duyunca şükür secdelerine kapandı. Duâlarının kabul oluşuna hamdetti. Sevindi. Sevincinden ağladı. Belki de rüyasında görse inanmazdı.

Artık o da Türkiye’de, hatta İstanbul’daydı. İstanbul’u hep televizyonlarda görmüştü. Demek burasıydı İstanbul. Demek hülyâlarda olması boşuna değildi.

İki ay kaldı İstanbul’da. Bütün tedâvîlerini tamamladı. Ayaklarına yeni protezler taktırdı. Kendisine bu yardımı yapan insanları Allah yollamıştı ona. Allah’tı her şeyi nasip eden...

Bunun karşılığını vermesi lâzımdı. Hem kendisine yardım edenlere, hem de bunu nasip edene teşekkürünü bir şekilde bildirmesi lâzımdı. Vefâlı olmanın “Vefâ” olmanın gereği buydu. Tekrar Azerbaycan’a döndü. Hayata gözlerini yeniden açmışçasına... Memleketine gitti.

Artık bambaşka bir Vefâ’ydı o. Kendini bilen... Rabbini tanıyan ve yaşamanın asıl maksadının ilâhî rızâ için olması gerektiğine inanan, insanların dertlerine merhem olmanın ne büyük bir fazîlet olduğunu bilen bir Vefâ’ydı bundan böyle... Bütün arkadaşlarını topladı. İslâm’ın tadını anlattı; İslâm’ın kardeşlik anlayışını, îmânın ulvîliğini, insanlığın ne demek olduğunu... Yüreğinden geçen her şeyi bir bir paylaştı dostlarıyla…

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle