Benim Çocukluğum Ve Benim..

Çocukluğumun yaz tatillerini düşünüyorum da… Hiçbir zaman denize tatile gitmedik, bir köyümüz olmadığı için köye de gitmedik. Tatillerimizin hepsi evimizde, bahçemizde, mahallemizde; komşularımız, akrabalarımız ve arkadaşlarımızla birlikte geçerdi.

Evimizin arka bahçesi, iki bölümden oluşurdu; sebze bahçemiz ve üzüm bağımız, evimizin önündeki avluda da çiçek bahçemiz vardı. Hüsn-ü Yusuflarımız, kadife çiçeklerimiz, sarmaşıklarımızı her ikindi, hortumla sulardık. Sebze bahçemizde âilenin bütün fertleri çalışırdı. Maydanoz, marul, domates, biber, salatalık, kabak, patlıcan, fasulye, mısır, nane, soğan, tere ekerdik bahçemize… Sonbaharda da pırasa ve ıspanak ekerdik. Özellikle mısırları biz ekerdik. Elimizde küçük bir sopa ile su yolaklarına mandalların (sebzelerin sulamada kolaylık olsun diye etraflarının toprakla çevrildiği küçük parçalar) kenarına ekerdik. Hem de sıra ile bir ay çekirdeği, bir mısır ekerdik.

Annem fidanlar büyüyünce, onların etrafını toprakla doldururdu tek tek... Tüm mandalların sulanması gerekirdi. Sulama işini biz yapardık; âilenin iki büyük ablası; ben ve ablam… Dinamo açılır, buz gibi sulara yol verilir, mandallar tek tek sulanırdı. Sebzeler özellikle toprak o kadar vefâlı davranırdı ki;  ekimden bir ay sonra ürün toplanmaya başlanırdı. Annem, kahvaltımızı hazırlarken bize:

“–Haydi çocuklar!.. Bahçeden domates, salatalık, biber koparın gelin.” derdi; fırlardık bahçeye fidanları çiğnemeden… Çünkü annem fidanların çiğnenmesine çok üzülür:

“–Çiğneyip de hayvanları öldürmeyin.” derdi.

“Hayvan” derdi ya, çok gülerdik… Nerden bileceğiz o zamanlar, hayvan kelimesinin hayat sahibi, canlı varlık mânâsına geldiğini… Biz, hayvan deyince sadece tavuk, koyun vb. hatırlardık.

İncecik, tazecik biberler, hiçbir hormon karışmamış domatesler, uzun boylu çiçeği burnunda salatalıklar…

Biz, tam altı kardeştik. Harika altı kardeş… Beş kız, bir oğlan… En küçüğümüz Hüseyin idi; Hasan Hüseyin babamın babasının adı, yani dedemin…

Ben, annemi dünyaya getirirken vefat eden Fatma anneannemin adını taşıyorum; en küçük kız kardeşim Ayşe de babaannemin adını. İkiz kız kardeşlerim genç yaşında iken hastalanıp vefat eden iki teyzemin isimlerini taşıyor; ablamınki ise kimsenin adı değil. Şule Yüksel, Konya’ya konferans vermek için geldiğinde babam dinlemeye gitmiş, benim evladım da büyüyünce aynı onun gibi olsun diye ablama onun ismini vermiş.

Bizim evde iş bölümü vardı, herkes yapacağı işi bilirdi. Ev işlerinde anneme yardım ederdik. Ablam ikiz kardeşlerimden biri ile; ben de diğeri ile birlikte ev işlerini paylaşırdık. Grubun birisi bulaşıkları yıkamışsa, bahçeyi sulayıp süpürme işi de onlara aitti. Diğer grup da evi süpürüp temizleyip, toz almakla görevli idi. İşlerimizi dönüşümlü yapardık. “Hayır! Ben yapmıyorum.” demek lüksümüz yoktu. 

Sabah kahvaltısını sabahın erken saatlerinde, tazecik sebzelerin de eşlik ettiği yer soframızda diz çöküp oturarak yapardık. Besmele ile başlar, hamdele ile bitirirdik. Babamız oturana kadar hiçbir şeye elimizi sürmez, büyüklerimizin yemeğe başlamasını beklerdik. Biz kızlar, babamıza daha çok düşkündük. O’nun yanına sen değil, ben oturacağım kavgası olurdu. O meseleyi de sıraya koymak sûretiyle halletmiştik. Babam, sofrada konuşmamızı pek sevmezdi.

“–Çocuklar ağzınızda yiyecek varken konuşmayın, ekmeğinizi bitirin artığınızı bırakmayın, elinizle yere dayanarak yemek yemeyin, taâma hürmet edin!..” diye öğütlerdi bizi.

Hâlâ yolda yürürken yerlere dikkatli bakarak yürürüm. Ekmek, bisküvi parçası yere düşmüşse, onu ayak basılmadık bir yere koyarım, her seferinde de babamın öğüdü aklıma gelir.

Kahvaltı sofrasını toplamadan babamızı işine uğurlardık. Hepimiz yanağından öper, öyle işe uğurlardık. Çok severdik babamızı… Kişinin en büyük imtihanı sevdikleri ile oluyor. Benim de ilk imtihanım babamla olmuştur. O’nu henüz kırk üç yaşında iken kalp krizinden kaybettik. En küçüğümüz üç, en büyüğümüz on üç yaşında idi. Ama sevgi dolu, saygı dolu geçti bizim küçüklüğümüz.. Babam işine gittikten sonra sofrayı kaldırır kaldırmaz Kur’ân kursuna koşardık. Ayaklarımızda eteklerimiz, çoraplarımız, uzun kollu gömleklerimiz, başörtülerimiz, koltuğumuzun altında elif cüzlerimiz… Birinci sınıfın yaz tatilinde kısa sûrelerin hepsini ezberledik, ikinci sınıfın yaz tatilinde elif cüzünü bitirdik. Üçüncü sınıfın yaz tatilinde de Kur’ân-ı Kerîm ile tanıştık. Ortaokul ikinci sınıfın yaz tatiline kadar mahalle kurslarına devam ettik. Babam vefat ettiği zaman cenazesini yıkadıktan ve kefenledikten sonra Hoca Efendi:

“–Çocukları Kur’ân okumayı biliyorlarsa, tabut omuzlara alındığı zaman babalarının arkasından şu âyetleri okusunlar!..” demiş. “Evladın, ana-babasının arkasından duâsı Allah’ın merhametine sebep olur, kabirde yardımcı olur.” diye amcamın eline bir kitap vermiş.

Hemen kitabı elime aldım ve babamın tabutu gözden kayboluncaya kadar, okumam istenen sayfayı gözyaşları içinde kaç kez okudum, hatırlamıyorum. Baktım ki; kalbimin üstündeki ağırlık, acı, ben Kur’ân okuyunca hafifliyor, hiç durmamacasına iki haftada babamın arkasından bir hatim okuduğumu hatırlıyorum. Sayısız Yâsînler okurdum, gözyaşları içinde her seferinde:

“–Allah’ım! Babacığımın hataları varsa bağışla!... O çok iyi bir babaydı, bizi çok severdi. Sen de Onu sev!..”

Çocuk kalbimle ettiğim duâ bu idi. Babaannem:

“–Cuma günleri babanızın rûhu sizi ziyaret eder. O’na hediye hazırlayın.” derdi de; hemen abdest alıp, Kur’ân’ın muhabbet iklimine koşardık. Arkasından Peygamber Efendimiz başta olmak üzere, sıra ile büyüklerimize hediye ederdik, ama ille de babamız derdik; babamız…

Bizim çocukluğumuzda Ramazan ayı, yaz tatiline denk düşerdi. O sıcakta oruç tutabilmek için ne ağlardık. Annem bize kıyamaz:

“–Yavrum günler çok uzun, dayanamaz, hâlsiz düşersiniz!..” derdi ve bizi gece sahura kaldırmak istemezdi. Ama kardeşlerden biri uyanmaya görsün, bu hepimizin ayaklanması demekti, birbirimizi uyandırırdık. Kadir gecesinden bir gün evvel ve Arefe günü “Kurtlar-kuşlar bile oruç tutar.” diye hepimizi annem sahura kaldırırdı.

Ramazan gecelerinde teravihe gitmek bir zevkti. Tüm mahalle arkadaşlarımızla gündüzlerden hâriç bir de geceleri câmide buluşurduk. Biz kızlar, yan yana namaza dururduk. Aralarda cemaat salâvat getirirken biz kendi aramızda konuşur gülüşürdük. Dokuz yaşında teravih kılıyorsanız, câmiye koşarak gidiyorsanız, cemaatten kimse size kızamaz; sadece annelerimiz kızabilir. Onlar da iyi kızardı, o başka... Söz verirdik vermesine de yine bildiğimizi işlerdik. Teravih çıkışı kimse evine gitmez, birbirinin evine oturmaya giderdi, bahçelerden toplanan üzümler, kayısılar; buz gibi tulumba suyu ile yıkanır komşulara ikram edilirdi. Bir saati geçmeyen bu ev ziyareti, sahura kalkabilmek için noktalanır, herkes evine dağılırdı. Büyükler üzüm yerken, biz çocuklar, örtme denen saç böreklerinin pişirildiği ev dışındaki mutfağın damına çıkar, gündüz ağaçlardan topladığımız kayısıları çekirdeklerinden ayırır temiz tülbentlerin üzerine sererdik. Onlar bir hafta kadar damda kalırdı, kuruyanları bembeyaz keselere doldururduk, kışın yenmek üzere kaldırılırdı.

Bahçemizde iki dut ağacımız vardı; ilkbaharla birlikte olgunlaşan dutları dallara oturur, dalından yerdik. Her sabah, ağacın altı dökülen dutlarla dolu olurdu. Hepsini toplardık. Annem yıkatır da yedirirdi yere düşenleri... O’nun görmediği zamanlarda yere mi düşmüş, hiç fark etmez, tozunu üfler üfler yerdik. Kayısıları da öyle... Meyveyi dalında, sebzeyi fidanın başında yemek kadar güzel bir şey yoktu, bizim için… Badem ağaçlarımız vardı. Gerçi biz ilkbaharda çağla zamanında pek çoğunu yerdik yemesine de sadece acı bademleri yememize izin vardı. Tatlı bademlere dokundurmazlardı; onlar kuruyacak, sonbaharda toplanacak, keselere doldurulacak, gelen misafirle birlikte yenilecek... Bademlerin yere dökülmesi o kadar kolay olmazdı. Değnekle vurmak sûretiyle dökerdik. Biz ablalar olduğumuz için değnekle biz vururduk, küçük kardeşlerimiz de toplarlardı. Güllerim benim, hiç itiraz etmezlerdi ablalarına…

Üzüm bağı ile ilgilenmek çok zahmetli olurdu. Babam, ilkbaharın başında avludaki asmayı da arka bahçemizdeki üzüm bağındaki üzümleri de tek tek budardı. Bağın otları temizlenir,  toprağı havalandırılır, üzümler yaz sıcakları ile birlikte kızarmaya başlayınca kuşlardan koruma görevi tabiî ki, biz çocuklara âit olurdu. Ellerimizdeki tenekelere değnekleri vurarak gürültü yapar onları korkuturduk. Teneke çalarken de:

“–Kişee!” diye bağırırdık.

Bazen onlarca kuş sürüsü taarruza geçerdi de; biz şan ve şerefle onları püskürtürdük. Bu iş, sabah kuşların uyanması ile başlardı, akşam onlar evlerine gidene kadar sürerdi. Babaannemler ellerine dantelleri alırlar, bağın ortasındaki kayısı ağacının altına serdikleri kilime otururlar, hem sohbet eder, hem de kuşları kovarlardı. Biz kurstan geldikten sonra ev işlerini bitirir bitirmez görev bize verilirdi.

Annem, özellikle sebzeleri ile ilgilenirdi, babaannem incecik tazecik üzüm yapraklarını toplar, onları kışa hazırlık kurardı. Küplere tuzlayıp tuzlayıp yerleştirmesini izlemeyi çok severdik. Sebzeleri yenildiği kadar yer, fazlalarını kuruturduk, kış için... Fasulyeleri dilmesini çok severdik, kabakları ve patlıcanları ince ince doğrardık, biberleri ipe dizerdik. Ay çekirdekleri olgunlaşınca, kuşları kovalarken bir yandan da elimizde kocaman bir ayçiçeği kafasını, aramızda kardeş payı bölüşür çitlerdik. Sütlü sütlü o kadar güzel olurdu ki, onların da fazlalarını kış için kuruturduk. Elmaları, erikleri kuruturduk, hem misafirle yerdik, hem de annem hoşaflarını yapardı.

Mısırların olgunlaşması demek közlenmeleri demekti. Annem bazı sabahlar kahvaltıya örtmedeki ocağı yakıp patlıcan, biber közlerdi de peşinden bir koşu kopardığımız mısırlarımızı közletirdik. Bazen de haşlardı, hepsinin yenmesi, bizim için zevkti. Ateşte közlenen mısırı yerken yanaklarımız kararırdı, birbirimizin haline hem güler, hem de dişleye dişleye mısırlarımızı bitirirdik.

Yazın sonuna doğru domatesler toplanır, salça yapmak için yıkanır, doğranır, elekten geçirilir. Bizimkiler salçaları büyük bakır tepsilerin içinde güneşte kuruturlardı, kaynatmazlardı. Naneler, maydanozlar toplanır, kurutulurdu. Biz unumuzu, buğday satın alıp kendimiz yaptırırdık. Buğdaylar savrulur, çöplerinden kurtulur, yıkanıp koca kazanlarda kaynatılırdı. Temiz sofra örtülerinin üzerine serilir kurutulurdu. Onların başında da beklerdik, kuşlar hiç rahat bırakmaz üşüşürlerdi buğdayımızın başına; bizler sınırda nöbet tutan asker titizliğinde buğdaylarımızı beklerdik. Kuruduktan sonra öğütülmeye gönderilirdi. Bulgurluklar, ince düğülükler bir tarafa, un yapılacaklar da diğer tarafa ayrılırdı. Her Ramazan’dan önce erişte kesilirdi bizim evde; sahurlarda annem pişirirdi de ne lezzetli olurdu.

Sonbaharla birlikte turşular yapılırdı, bağ bozumu olurdu. Bağdaki üzümler tek tek toplanır. Çaraşlara (bir nevî havuz) doldurulur, ayaklarımızı yıkar, onları çiğner, sularını çıkarırdık. Üzüm suyuna biraz toprak ilâve ederdi babaannemler, daha sonra pekmezlik özel bakır leğenlerde bahçeye kurulan ocaklarda kaynatılırdı. Pekmezin kaynarken oluşan köpüğünü yıkadığımız ağaç yaprakları ile yerdik. Pekmezler de soğuduktan sonra küplere konurdu... Bağımızda on çeşit üzüm vardı; büzgülü üzümleri ben çok severdim. Sarı üzümlerle büzgülü üzümler izbede hevenklere bağlanırdı.

Bir de ilkbaharda ekilen soğanlar, sonbaharda keserle toprağı kazarak toplanır kurutulurdu güneşte... Büyük işler; buğday kaynatma, pekmez kaynatma, salça ve turşu yapma gibi komşularla birlikte “imece” usulü yapılır, yardımlaşılırdı. Çoluk-çocuk ne eğlenirdik.

Bizim annelerimiz depresyon nedir bilmezlerdi, çünkü toprak her daim onların streslerini alırdı. Kadınlar birbirlerine yardım etmek için hep bir araya geldiklerinden olacak onlar birbirlerinin psikiyatrları idi. Tabiat insana hem huzur verir, hem neş’e...

Bizim annelerimiz tüketen değil, üreten annelerdi. Belki dışarıda çalışıp eve para getirmezlerdi, ama ev ekonomisine büyük katkıları vardı. Bizim annelerimiz, market annesi değildi.

Bizim çocukluğumuzda hiç birimiz hiperaktif değildik. Çünkü bahçelerde koşar oynardık, dört duvar arasında oraya buraya dokunmaktan men edilen çocuklar değildik. Apartmanlara diri diri gömülen çocuklar değildik bizler... Çok özgür; doya doya oynayan; çalıştığımız, âilelerimize yardım ettiğimiz için özgüvenli, sorumluluk sahibi çocuklardık. Bize yüklenen işi, alnımızın akı ile başarırdık çünkü… Öyle bizim oyuncaklarımız yoktu, ama yeri gelince bir ayçiçeği sapı atımız olurdu. Birbirimizin arkasından yalancı atlarımızla koşar, at yarışı yapardık.   

Biz, her yaz tatilinde, hem tüm bu işlerde ailelerimize yardım ederdik, hem bir Kur’ân hatmi yapardık, hem de bize öğretilen dantelleri yaygı kenarlarını örer, seccade işlerdik. Doya doya koşar oynardık da…

Okulların açılma zamanında ise boyumuz daha çok uzamış, daha çok serpilmiş okula giderdik.

Bizler zamanını bilgisayar başında, televizyon başında tüketen çocuklar olmadığımız için hem arkadaş canlısı, hem de çok sosyaldik. Annem bizim için:

“–Kırk kıranla barışıksınız.” derdi hep. Neden olmayalım ki; hayatta her şey bizden yana idi…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle