Fatma Nober Hanım

Hazret-i Âdem’in cennette yaratılmışken dünyaya gönderilmesinde mâhud zelle aslında bir bahanedir. Cenâb-ı Hak, o ve neslinin cennete istihkak (hak ederek) ile gelmelerini murâd ettiği için onları imtihan âlemi olan dünyaya göndermiştir. Bu imtihanın bir icabı olarak da kendilerini müspet ve menfî temâyüllerle techiz buyurmuştur. Zira sadece hayra âid müessirlerle donatılmış olan melekler için bir istihkak (hak ediş) mevzubahis olamaz.

Böylece insanlar, fıtrî bir sermaye olarak kendilerine bahşedilen irâde-i cüz’iyyeyi kullanarak yine fıtratlarında bulunan menfîlikleri bertaraf ettikleri nispette bir mükâfâtı hak edeceklerdir. Bunun gerçekleşmesinde en büyük engel, benliktir. Hayatın devam ettirilmesini temin için lütfedilmiş olan benliğin, bu lüzum ve ihtiyacın üstünde kullanılması ise merduttur. Lâkin insanda en köklü bir menfî bir temâyül olan benliği, şu had ile sınırlamak, bir fert için gerçekten “kahramanlık” sayılacak derecede ehemmiyetli bir başarıdır.

Bütün tasavvufî cereyanlar, sâliklerini bu kahramanlığı kazanma yolunda yönlendirme gayeti peşinde koşarlar. Bu gayret istikametinde bazıları benliğin azgınlığından korunmak için, onu toplum içinde büyük bir ayıplamaya mâruz bırakmak üzere “Melâmîlik” meşrebini tercih ederler. Diğer bazıları ise, umûm için olan şer’î hükümlere ilâveten bazı munzam (ek) mânevî temrinlerle (alıştırmalarla) benliği haddi lâyıkında tutmak gayreti peşinde koşarlar. Üçüncü bir kategori ise, insanların değer verdikleri birtakım amellere muvaffakiyetleri sonunda bundan nefislerinin azgınlaşma ihtimalini bertaraf edecek bir rûhî olgunluk içinde yaşarlar. Böyleleri, hayır yapar, bu bilinir ve takdir olunur; lâkin bu takdirler, onun ruhunda hiçbir tesir ve iz bırakmaz. Aldığı mânevî terbiye ile halkın teveccühü, yağlı bir zemin üzerinde yuvarlanan su damlaları gibi zeminde hiçbir tesir husûle getirmez. Aksi hâlde amele riyâ karışmış olur.

Buna göre, benlik âfetinden korunabilenler, yukarıda izah edilmiş olduğu gibi üç kategoridirler. Bunlardan birincisinde, yani “Melâmilik” yolunun tercih edilmesinde fâilin ayağının kayması çok muhtemeldir. Dînen mubah olan şeylerde kendini kusurlu göstererek halkın teveccühünden âzâde kalmak husûsundaki bu temâyül, bazen haram irtikabı için dahî bir örtü ve bahane olarak kullanılabilir ki, zamanımızda Melâmî olduğunu iddia edenlerin pek çoğu bu musîbetin girdabına yuvarlanmıştır. İkinci kategoride bulunanlar, benliğe karşı mücâdelede en sâlim yolu tutmuş olanlardır. Böyleleri, farz ibâdetler dışında bütün hayırlarını bî-nâm ve bî-nişan olarak icrâ ederler. Bu, benlik âfetine karşı bir “koruyucu hekimlik” tedbiri gibidir.

* * *

Ben, hayatını bu ikinci kategori şartları ve icabı içinde geçirmiş sâlihât-ı nisvândan mübârek bir insan tanıdım: Fatma Nöber Hanım…

Bilebildiğim kadarıyla o, resmî sûrette hiçbir tahsil görmemiş ve eline hiçbir diploma almamış bir kimseydi. Bununla beraber ilim muhîtlerine mensup, temiz bir muhitte yaşamış ve tarihte pek çok emsâlinde olduğu gibi rûhu, şifâhî bir kültürle beslenmiş olarak mükemmel bir davranış olgunluğuna ulaşabilmiş bir kimseydi. Buna, âlim bir insanla evlenmiş olmasının tesirini de katmak lâzımdır. O, daima “bir âlime hizmet etmek için evlendiğini” söylerdi. Lâkin o hizmetin bereketiyle kendi âilesinden aldığı mânevî terbiyeyi, evlilik hayatında da ilim ve takvâ ile takviye etme imkânı bulmuştu. Hayatı boyunca, iyi insanlarla düşüp kalkmış, görgü ve fedâkârlık timsâli bir hayat yaşamıştı.

* * *

Cenâb-ı Hakk’ın herhangi bir kahır tecellîye mübtelâ kılmadığı insanlar için “Firavun şansını hâiz” tavsifi yapılır. Gerçekten rivâyet olunduğuna nazaran Firavun, 400 sene ömür sürmüş ve hayatta bir baş ağrısı bile çekmemiştir. Böylelerinin nefsiyle uğraşmasının güçlüğü izahtan vârestedir.

Ben, Fatma Nöber hanımefendiyi, ihtiyarlık demlerinde tanıdım. İhtiyarlık, umûmiyetle hastalıklarla mücâdele mevsimidir. Cenâb-ı Hak, ihtiyarlık ve hastalıkları, insanoğluna nefsiyle mücâdeleyi kolaylaştırmak için bir ihsân-ı ilâhî olarak sunar.

Fatma Nöber hanım, aldığı terbiye icabı, benlik illetine karşı muzaffer olmasına rağmen âhir ömründe hastalıklar sebebiyle de bir ilâhî yardıma nâil olmuştu. Yaşı ilerlemiş, bastonuyla güçlükle yürüyebiliyordu. Buna rağmen hiçbir hizmetten geri kalmamaya gayret ettiği gibi yaptıklarını setredip (gizleyip) muhîtinde duyulmasını engellemek hususunda da büyük bir maharet sahibi idi. Evinde sık sık toplantılar tertip eder, tanıdığı herkesi dâvet eder, muhataplarını İslâm’ın galebesi husûsunda cesaretlendirmek gayretiyle bıkmadan, usanmadan konuşur, konuşurdu.

Fatma Nöber hanım, sadece âile çevresinden edindiği ahlâkî meziyetleri, çevresindeki insanlara yaymakla yetinmezdi. Üç aylık emekli maaşını alınca kendisine “kût-u lâyemût” tâbir olunan, “ölmeyecek kadar bir miktarı” ayırarak, kalanını çevresindeki fakirlere ve İslâmî hizmetlere tahsis ederdi. Ancak bunun bilinmemesi için de azâmî gayret sarfederdi. Meselâ bu maaşından ayırdığı bir meblağı, bir Kur’ân Kursuna götürerek fakir talebelere tahsis ederken:

“–Birisi bana hayra sarfetmem için şu emâneti verdi. Ben de size tevdî ediyorum.” diyerek kendini gizlemeye son derecede dikkat ederdi.

* * *

Uzun bir ömrü, takvâ ölçüleri içinde mahviyetkâr bir sûrette nefsine gâlip olarak yaşamış ve bütün vaktini, İslâm’ın galebesi için ortaya koyabileceği faaliyetlerin azamisini gerçekleştirmeye tahsis etmiş bulunan Fatma Nöber hanım, biraz dikkat edilince bir melek gibi benliğini âdeta sıfırlamış bir insandı. İslâm’a aykırı davranışlar karşısında çevresini ikaz ve irşad ederken bile, onun bir benlik tezahürü olan öfke eseri göstermediği, kendisini her tanıyanın şâhit olduğu bir hasletti. Onun, muhabbeti de, husûmeti de Allah içindi.

“Hizmet edene hizmet edilir.” derler, doğrudur.

Fatma Nöber hanımefendi, son devrin benâm (meşhur) âlimlerinden olduğu hâlde bugünkü nesillerin ismini dahî duymamış bulunduğu Serezli Hasip Efendi’ye, gençlik yıllarında pek çok hizmette bulunmuştu. Muhtemelen, hayatına hâkim olan mahviyetkâr üslupta, Fâtih’te münzevî yaşayan ve pek çok talebe yetiştirmiş olan Hasip Efendi hazretlerinin büyük bir himmeti sebkat etmişti.

Muhtemelen, ivazsız garezsiz bu hizmetin bereketiyle kendisi de âhir ömründe etrafında koşuşan ve ona yardımcı olmak gayretiyle çırpınan bir dost çevreye nâil olmuştur. Bunun en bâriz tezâhürü, son günlerini geçirdiği Memorial Hastanesi’inde görülmüştür. Doktorlar, onun iddiasız şahsiyetinde gizlenmiş mükemmelliği nasıl ve nereden öğrenmişlerse, kendisine öz anneleri derecesinde büyük bir alâka göstermişler ve âhir ömründe, onu bir muhabbet hâlesi içine almışlardır. Doktorlar, hastabakıcılar ve bütün hastane personeli, kendisine hizmet için âdeta birbirleriyle yarışmışlardır.

Böyle insanlar, ne şahsiyetlerin, ne de hizmet ve gayretlerinin bilinmesini istemezler. Biz, böyle bir yazı ile o ve onun gibilerin hayat düsturu bildikleri bu ulvî prensibi ihlâl etmiş bulunduğumuzun farkındayız. Fakat bugünkü genç nesiller, en ziyâde örnek alabilecekleri şahısları tanımaktan mahrumdurlar.

Bizi, hayatı boyunca saklı bir mücevher gibi gizli kalmak arzusunda olan böyle mübârek bir hanımefendi hakkında onu tanıtıcı birkaç söz söylemeye sevk eden âmil, işte bu ihtiyaçtır. Bu vesileyle kendisini ifşâ mâhiyetindeki bu yazı dolayısıyla mübârek ruhundan aflar dileyerek, Allâh’ın engin rahmet ve mağfiretine müstağrak olmasını niyaz ediyorum.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle