Haradan Haraya-Sizden Gelenler

Zaman anlayışının kişiden kişiye değiştiğini, hiç bu kadar net bir şekilde hissetmemiştim. Topu topu üç hafta oldu, Türkiye’den o çok sevdiğim güzeller güzeli İstanbul’dan ayrılalı. Ama ne kadar zor geçen üç hafta…

Evet, artık Türkiye’de değildik. Her ne kadar aynı ırkın, aynı dinin insanı olsak da yemesinden içmesine, giyiminden kuşamına kadar yabancı bir yerdeyiz. Sınırları geçmiştik buraya gelirken, yabancı olması için bu bile yeterdi aslında… Merak mı ettiniz nerede olduğumu.

Azerbaycan!

Evet şimdi yaşadığımız yer, on beş milyonluk dünya metropolü, Hazret-i Peygamberin fem-i saadetlerinde yer bulmuş, o çok sevdiğim müjdeli şehir İstanbul değil. Azerbaycan’ın Şeki Rayonu (şehri) idi.

Ve ben, bu şehre geldiğimde sosyal imkân olarak pek çok güzelliği bıraktığımın farkında değildim. Gerçi eşim beni alıştırmak için gerekli gördüğü şeyleri yavaş yavaş söylemişti; ama duymak, görmek kadar etkili olmuyor insanın üzerinde... Hazret-i Peygamber de onun için buyurmamış mıydı zaten “Onlar beni görmedikleri hâlde bana inanıyorlar. İşte bunun için onlar benim kardeşlerim, siz ise ashabımsınız...”

* * *

Beyimle birlikte, «Hizmet için nereye olursa olsun gidelim!» diye karar verdikten iki ay sonra, Azerbaycan’a geleceğimiz netleşmişti. İstanbul’un fethini gören Üsküdar’daki evimizi toparladık. Elde valiz, ilk önce beyim gitti Şeki’ye. Bana, büyük oğluma ve eşimin bizden ayrıldığı gün doğan bebemize yaşanabilir bir ortam oluşturmak üzere. Ne de olsa yeniden bir ev tutup gerekli her türlü eşyayı sıfırdan temin etmesi gerekecekti.

Düşünün, bir âile için neler gerekmez ki evde?!.

Düşünün, fakat bir de gelin Şeki’de bir âilenin ihtiyaçları nelerdir elinizdeki listeyle ne kadar denk düşüyor karşılaştırın... Hesaba katmadığınız pek çok şey, burada temel ihtiyaç olarak karşınıza çıkacak. Temel ihtiyaç olarak listenizin tepe noktalarına yerleştirdiğiniz pek çok şey ise, ikinci planda kalacak.

İşte benim bu ortama, artık bu günden sonra, yaşamak üzere girmemle, yani “ayne’l-yakîn” görmemle birlikte içimdeki «şeytanın beni dürtüklemesi» bir oldu.

Beyimin ifadesi ile aktarıyorum aynen… Çünkü ben o ara şok olmuş bir vaziyette idim ve ne dediğimi ne yaptığımı tam olarak bilmiyordum.

“–Burada bir yıldan fazla kalmayalım!..”

Eve girdikten ve evin içinde on dakika sessiz bekledikten sonra kullandığım ilk kelimelermiş bunlar. Halbuki asgarî üç yıllığına gelmiştik, bunu ben de biliyordum.

* * *

Takvim yaprakları 28 Ekim tarihini gösterirken pek çoğunuz için 27 Ekim’den farkı olmayan bir gün başlamıştı. Fakat birisi iki aylık, diğeri iki buçuk yaşında iki oğlum ve benim için çok şeyi değiştirdi bu tarih... İşte o gün İstanbul’a bu sefer havadan baktık ve sonraki gördüğümüz şehir Bakü idi.

Evlendiğim gün gibi hayatımda önemli değişikliklere gebe olan bir zamanda idim. Dilimde utandırmaması için Rabbime duâlar vardı. Gözlerimi, yeni ülkeme alıştırmaya çalışıyordum. Renkli cıvıl cıvıl bir dünyadan mat renklerin hâkim olduğu bir dünyaya gelmiştim sanki ya da zihnî bir yanılma geçiriyordum üzerimdeki ağır psikolojik baskının tesiri ile…

Hayır, içinde bulunduğum hâl, basit bir zihnî yanılma ile izah edilebilecek bir durum değildi. İşte karşımda mat bir dünya vardı. Evlerin rengi, çatılar ve önümde-arkamda, sağımda-solumda uzanan toprakların rengi, basbas bağırıyordu tek tipliği, monotonluğu, renksizliği…

Başkent ya da Azerbaycanlılar’ın tabiri ile “Pâytaht” salgın yemiş kabile insanları gibi renksiz, kuru, gri bir toprak renginde uzanıyordu karşımda. Birşeyleri yitirmişliğin burukluğu vardı üzerimde, fakat yeni ve farklı bir yerleri görmenin şaşkınlığı da yok değildi.

Birkaç haftalığına gezmeye gelmiş olsaydım buralara, böyle mi görülürdü bu topraklar gözüme? Hiç sanmıyorum! Nice farklılıklar dikkatimi çekerdi. Hele hele eski binalardaki duvarlara geçmiş, binaların bir uzvu olmuş koca koca heykeller, kat’î bir şekilde hayretimi celbederdi. Hele o balkonlar... Evin dışına sarkmış, her an kopup gidecek gibi duran balkonlar. İnsanı, nârahat (rahatsız) ediyordu aşağıdan bakarken bile, bırakın üstüne çıkmayı…

İşte böyle bir hâl ve ahvâl içinde idim buralara ilk geldiğimde.

* * *

Azerbaycan’da ilk durağımız Bakü olmuştu. Bir gece Bakü’de konakladıktan sonra, ertesi gün Şeki’ye doğru yola koyulduk.

Özgürlüğünü yeni elde etmiş bir ülkede, yolların durumu nasılsa öyle idi burada da yollar. Harap, bîtap ve artık üzerindeki yükü taşıyamayacak hâle gelmiş yorgun yollar. Ama insanların bedenleri nasıl sıkıntılara göğüs germiş, direnmiş ve hürriyetlerini elde etmişlerse yollar da aynı mücadeleyi hâlâ veriyorlardı, tüm menfî şartlara rağmen…

Bakü’den çıktıktan sonra üçyüz kilometre gitmeliydiniz Şeki’ye varana kadar. En kısa mesafe aralığı bu idi. İsmayıllı-Gebele yolu. Biraz dağlık ve sapaydı, ama dediklerine göre en tatlı yol bu imiş. İki farklı yol daha vardı Şeki’ye giden. Birisinden otuz, diğerinden yetmiş kilometre daha fazla mesafe katetmeniz gerekiyormuş Şeki’ye ulaşmak için.

İsmayıllı-Gebele yolu, dağlık bir yoldu. Şimdi geriye dönüp bakıyorum da iyi ki o yoldan gelmişiz. Neden diyeceksiniz? Birincisi Kafkas dağlarının eteğinde, önündeki düz ovaya kartal gözlerini dikmiş, sırtını kafkas dağlarına dayamış, üç yanı dağlarla çevrili bir şehre giderken herhalde o şehre lâyık olduğu şekilde girmek gerek!... İkincisi, inişli çıkışlı bu yollar, yedi tepe İstanbul’u hatırlattı bana… Her ne kadar iniş-çıkıştan başka hiçbiryeri İstanbul’a benzemese de… Ve üçüncüsü gözüme ilk çarpan mat rengin yavaş yavaş yerini çok renkliliğe bıraktığını görüyordunuz bu yoldan giderken...

Dört buçuk saatlik bir yolculuktan sonra geldik Şeki’mize.

Bu vakte kadar yaşadığım ve alıştığım yerlerden çok farklı ve izbe bir yerdi burası. Apartmanımızı buradaki ismi ile “hükümet evi”mizi ilk gördüğümde, geldiğimiz için pişmanlığım artık had safhadaydı. Çünkü apartman dediğime bakmayın, hele zihninizdeki apartman imajı ile buradaki apartmanı hiç mi hiç karşılaştırmayın.

Köy evlerindeki kapılardan daha vîrâne bir dış kapı, kanadının ikisi de hem boyasız, hem camsız, dokunmayın bana kırılırım, der gibi duruyor.

Asıl ilginç olanı, apartmanın girişinde sağlı sollu yerleştirilmiş yağ tenekelerinden ve tellerden yapılmış kümesler arasından kapıya gelebilmeniz. Bildiğiniz tavuk kümesleri. Başka birşey değil.

Ya apartmanın içine ne demeli?! Merdiven boşluğu boyasız, sıvasız denecek kadar sıvaları dökülmüş, tepe noktalarda örümcek ağları; kirden ve pisden, olmayan rengi değişmiş merdivenler...

Bu kısacık zamanda bu kadar şok yetmez mi derken dairemize çıkıyoruz. Karşımda Üsküdar’daki gibi bir çelik kapı beklemiyorum, fakat hiç olmazsa normal bir kapı vardır diye düşünüyorum.

Lakin nerede...

Bir kalıp demiri, kapı şeklinde kes ve boyayıp girişe yerleştir. Al sana âlâ bir kapı.

Ve işte evimize giriyoruz artık. Avuçlarımın içinin terlediğini hissediyorum. Biliyorum ki, kalbim daha fazla bâr’a (yüke) dayanamaz.

Allah’ın lütfu işte, bir sıcak hava karşılıyor, bu soğuk kış gününde evin içinde beni… Sanki Yüce Yaratan, neredeyse imtihanı kaybedeceğimi bildi de rahmetinin tecellîsini üzerime yağdırdı. Bu çetin imtihanı bir süreliğine olsun durdurdu.

Neydi diyecek olursanız o sıcak hava, hemen söyleyeyim: Üst komşumuz, bizim için evimizdeki sobamızı yakmış. Bu soğuk günde iki çocukla bir de soğuk odayı ısıtmak için uğraşmayacaktık. Bir diğer güzellik de beyimin dostlarından birisi “yoldaş”ına, yani hanımına haber vermiş, bizim için yemek hazırlatmış. Allah’ım, ne sıcakkanlı insanlar bunlar… Hiç görmediği, tanımadığı insanlar için ne de güzel davranıyorlar.

Bu arada beyim, o vefâlı dost! Bir yandan arabadaki eşyaları havanın soğuk olmasına rağmen kan-ter içinde indiriyor, bir yandan da benim verdiğim tepkileri, aksülamelleri yatıştırmaya çalışıyor. Daha doğrusu benim tepkisizliğimi; biraz olsun gidermeye, konuşup rahatlamamı sağlamaya çalışıyor.

Derken hatırladıkça hüznümü artıran ve beni bin pişman eden, yukarıda da bahsettiğim o hissiz cümleyi kuruyorum ben!

“–Burada bir yıldan fazla kalmayalım!”

* * *

Dakikalar saatleri, saatler günleri ve günler haftaları kovaladıkça, o ilk günün şokunu hatırlayıp bazen tebessüm etmişim, bazen gülmüşüm, fakat ekseriyetle pişmanlık duymuşumdur. Pişmanlık duymuşumdur, çünkü beyimle birlikte buralara gelme niyetimiz, Allah içindi.

Allah için hizmet etmeye gelmiştik.

Birbirimize sürekli yardımcı olacak, birbirimizi hayırda teşvik edecektik. Kötülüklere karşı birbirimize sütre olacak ve her türlü yanlış hareketten birbirimizi hep korumaya çalışacaktık. Fakat ben, daha ilk dakikalarda nefsime mağlup olmuştum ve bırakın beyime destek olmayı, ne büyük köstek olmuştum. Allah’ın bir lütfu olarak beyim de sanki ilâhî bir nusret ile kuşanmış gibi her taarruzumu metanetle karşıladı ve beni daima teskin etti.

Ve bugün aradan geçen üç haftanın sonunda, ben üç hafta önceki ben değildim. Gözümün gördükleri de üç hafta önceki zâhirde görünen eşya değildi.

Neydi acaba geçen bu üç haftada değişen? Bugün de kapısında kümes olan aynı apartmanda oturuyorum. Aynı demirler, aynı vîrâne yapı ve aynı kokunun içinde yaşıyorum.

Peki ya farklı olan?

Farklı olan beklentiler!

Beklentiler, eşyanın zâhirinde kilitliyor insanı… Eşyanın ruhuna inemezseniz zâhir değiştikçe ruhunuz daralıyor; bakışınızı eşyanın zâhirinden ruhuna indirebilirseniz; hem zâhiriniz, hem derûnî bakışınız inşirah buluyor, fizîken ve rûhen rahatladığınızı hissediyorsunuz.

İşte bende de böyle bir değişim oldu. Belki buralara gelmeseydim, kırk yılda ancak öğreneceğim bu değişimi, Allah’a hamdolsun ki, burada kırk gün dolmadan idrak ettim.

* * *

Çok basit ve müşahhas bir örnekle açıklamak isterim, ne demek istediğimi…

Buraya muvakkat (geçici) bir süreliğine geldik. Üç yılın nihayetinde memleketimize, İstanbul’umuza döneceğiz, Allah’tan bir mânî gelmezse... Hayırlısını ve olacakları, en iyi O bilir. Elhâsıl hâl-i hazırda oturduğumuz evde birtakım maddî değişiklikler için beyimle istişare ederken ben:

“–Nasıl olsa burada fazla kalmayacağız, üç yıllığına geldik. Bu tür şeyleri İstanbul’a dönünce kendi evimizde yaparız.” dedim.

Neticede ne zaman böyle bir durum ortaya çıksa, aynı tepki ile karşı çıkardım. Hâlâ da menfî tepki veriyorum.

Derken birgün düşündüm de yaşım Türkiye’deki ömür ortalamasında yarıya yakın yerlerdeydi. Bununla birlikte, değil Türkiye ortalamasına kadar yaşamak, yarına bile çıkacağımdan emin değildim. Belki bu yazıyı okurken siz, ben sizin gibi nefes alamıyor bile olabilirdim. Hiçbir şey için garantim yok. Ve kendime dönüp dedim ki:

“–Geçici bir süre diye burada yatırım yapmaktan imtinâ ediyorsun. Bu dünyayı kalıcı bir yer mi sanıyorsun. Orada ölümden uzak mısın ya da burada ölüme fazla mı yakınsın? Orada dünya, daha sıcak daha sevimli daha kabul edilebilir mi geliyor sana? Ve Hazret-i Peygamber’in şu hadislerini de bu sözümle irtibatlı olarak çok iyi anladım:

“Ben dünyada bir ağacın altında oturmuş, dinledikten sonra kalkıp gidecek bir yolcu gibiyim!”

“Dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi ol.”

* * *

Beyim, “Valizimiz hep hazır olsun.” diyor. Uzun ve meşakkatli bir yolculuğa çıktığımızın farkındayım. Tedirginlik ve korku içindeyim, bunun için… Korkum ne kadar şiddetli, tedirginliğim ne kadar fazlaysa, ümidim de o kadar fazla, o kadar mukavemetli!.. Allah’a hep niyaz hâlindeyim: Buraya gelmeden âilemizde olan ufak-tefek sıkıntıları giderdiği gibi bundan sonra da hizmete olan muhabbetimizi dâim artırması ve büyüklerin dediği gibi “Hizmette edeb, hizmetten daha önemlidir.” şuuruyla çalışmalarımızı sürdürebilmemizi nasip etmesi için...

Son olarak, âilecek sevdiğimiz bir güzel insanın, bir hizmet insanının hayır duâsıyla yazımı noktalamak istiyorum.

“Yâ Rabbî! Gönlümüzü, Sen’in rızânı kazanma aşkı, muhabbeti ve vecdiyle doldur. Ashâb-ı Kirâm’ın, evliyâullâhın, Fâtihlerin, din, vatan ve millet müdâfaasındaki kahramanlarımızın gönüllerindeki hizmet aşkından ve gayret-i dîniyyelerinden bize de hisseler nasîb eyle!

Âmîn!” (Osman Nûri Topbaş, Hizmet ve Âdâbı, s. 23)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle