Damladan Deryaya - 6

Müge, binadan çıkarken, karşısında Şebnem’i ve Nur Hemşire’yi görünce şaşırdı. Önce görmemezlikten gelerek hızlıca yanlarından geçip gitmek istedi. Kendince ona hâlâ kızgındı. Fakat sonra, “Herhâlde benden özür dilemeye geldi...” diye düşündü. Ancak yanındaki kadın kimdi? Şebnem niye onunla birlikte gelmişti? Yoksa bu, Şebnem’in aklını çelerek (!) onun değişmesine ve arkadaş çevresinden ayrılmasına sebep olan kadın mıydı? Evet, evet bu o olmalıydı. Zaten benzer şekilde kapanmış olmaları da bunu gösteriyordu. Biraz daha dikkatli bakınca tanıdı. Şebnem’i hastahânede ziyarete gittiğinde gördüğü hemşireydi bu… Evet oydu. Fakat Şebnem’in yanında, burada ne işi vardı?

Alaycı bir üslûpla sordu:

“–Vay vaay!.. Kimleri görüyorum? Şebnem Hanım, sizin yolunuz düşer miydi buralara? Gelmeden önce haber verseydiniz keşke, ben de tam bir yere çıkmak üzereydim.”

Şebnem, arkadaşının inceden inceye alaylı ve sizli-bizli konuşmasını fazla önemsemeden cevap verdi:

“–Merhaba Müge. Güzel bir tesadüf oldu.”

“–Ne tesadüfü?”

“–Biz senin üst kattaki komşuna geldik; İffet Anne’ye… Herhâlde tanıyorsundur.”

“–O yaşlı kadın mı? Ne yapacaksın ki, sen onun yanında? Yaşıtlarınla neşeli ve güzel vakit geçirmek varken, eli yüzü buruşmuş, eğlence hevesi olmayan yaşlı kadınların yanında durmak, hiç mi rûhunu sıkmıyor?”

Şebnem gülümseyerek cevap verdi:

“–Aksine, rûhumu daraltan sorularıma cevaplar bulup ferahlamak gayesiyle onları ziyaret ediyorum. Onlar yılların tecrübesiyle yoğrulmuş, gün görmüş, temiz nesiller yetiştirmiş annelerimiz.”

“–Bakıyorum da pek hazır cevap olmuşsun kız. Sana da lâf yetişmiyor hani.”

“–Öyle deme; sadece gerçekleri söylüyorum, o kadar.”

Müge, ses tonundaki alaycılığı artırarak şöyle dedi:

“–Demek gerçekleri öyle mi? Ama ben senin kazadan bu yana pek öyle sağlıklı düşünebildiğini hiç zannetmiyorum. Kaza esnasında kafanı bir vurdun, bir daha kendine gelemedin!”

“–Göremiyorsun Müge, aslında ben kazadan beri artık hep kendimdeyim. Ama sen yıllardır kendinde değilsin. Hayallerinin sevdâsı içindesin. Biraz düşünsen; biz niçin yaratıldık? Kimin mülkündeyiz? Nereye gidiyoruz? Yolculuk nereye?”

Onların konuşmalarına karışmadan, önde yürüyen Nur Hemşire, İffet Anne’nin kapısına gelmişti. Zile dokundu.

Şebnem’le Müge henüz merdivenlerden çıkıyorlardı. İki arkadaş konuşarak son basamağı çıkmak üzereyken kapı açıldı ve İffet Anne bembeyaz başörtüsüyle kapıda göründü. Tebessüm ederek misafirlerine baktı ve gönülleri okşayan latif bir ses tonuyla:

“–Hoş geldiniz, hanım kızlarım; safâlar getirdiniz...” dedi.

Müge, aniden bakışlarını sesin geldiği yere doğru çevirdi ve bir müddet bakakaldı. Görmüş olduğu yüzdeki parlaklık ve huzur hâlinden etkilenmişti. Demek İffet Anne dedikleri yaşlı kadın buydu. Aynı binada oturmalarına rağmen hiç bu kadar yakından görmemişti. Ya da rastlamış olsa bile hiç bu kadar dikkatli bakmamıştı. Bakışlarını İffet Anne’den kaçıramadı. Onun huzur dolu çehresine bir an dalıp gitti. Ne kadar tatlı bir sîmâsı vardı. O âna kadar gördüğü ve bildiği ihtiyar sîmâlardan çok farklıydı. Bu mesut sîmâda ömrün sonbaharını aksettiren hüzün rüzgârları değil, gönle huzur ve ferahlık veren bahar meltemleri esiyordu. Kendi çılgın hayatında tatmak isteyip de bir türlü tadamadığı bir ferahlık vardı İffet Anne’de.

Nur Hemşire ile Şebnem, İffet Anne’ye:

“–Merhaba günümüz hayırla dolsun İffet Anne; hoş bulduk.” derlerken Müge arkada kaldı. Kapıldığı çehrenin tesiri ile şaşkınlık içindeydi. Bir an kendisini mıknatıs gibi çeken İffet Anne’ye o da «Hoş bulduk.» demek istedi. Ancak diyemedi. Silkinip toparlanmaya çalıştı. Durumunu Şebnem’e hissettirmemeliydi. Yoksa ona gün doğmuş olurdu. Zaten lâf yetiştiremiyordu, bir de etkilendiğini hissettirirse hepten dili bağlanırdı. Tam dönmeye yeltenmişti ki, İffet Anne onu da fark etti:

“–Güzel kızım, sen de hoş geldin! Haydi içeri buyurun!”

Müge kekeledi:

“–Şey, ben bir yere gidiyordum. Arkadaşım Şebnem’e rastlayınca buraya kadar çıkmış oldum. İzninizle…”

Sonra Şebnem’e döndü:

“–Görüşmek üzere...” dedi ve hızla merdivenlere yöneldi.

Şebnem, onun birden suskunlaşıp sonra yanlarından kaçarcasına ayrılmasına bir mânâ veremediyse de üzerinde durmadı. Kendini Nur Hemşire’yle birlikte İffet Anne’nin huzur dolu iklimine bıraktı.

İçeri girdiklerinde Nur Hemşire, Şebnem’i takdîm etti:

“–İffet Anneciğim. Bu genç kardeşimizle hastahânede tanıştık. Adı Şebnem. Yunus Dede’nin Mesnevî derslerine devam ediyor. Hayatına güzel bir yön verdi. Ömrünü, istikamet üzere değerlendirmek için ilim ve irfan bakımından devamlı kendini geliştiriyor. Okumaya ve öğrenmeye azimli. Bu sebeple Yunus Dede, onu size gönderdi. Aklına takılan husûsî sualleri size sorabileceğini söyledi.”

İffet Anne, tevâzû ve mahviyet içinde:

“–Estağfirullah güzel kızlarım, ne demek! Dilimiz döndüğünce, bildiğimiz kadarıyla anlatmaya çalışırız.” dedi.

Sonra kalktı:

“–Güzel kızlarım, yeni demledim, çaylarımızı alalım, bir yandan yudumlar bir yandan da hasbihâl ederiz.”

İffet Anne, elinde tepsi ile mutfaktan geldiğinde elindekilerden daha tatlı sözlerle gönüllere ikramda bulunuyordu:

“–Güzel kızlarım, unutmayın ki dert de bizim için, şifâ da... Çileler de bizim için ferahlık da… Üzüntüler de bizim için, sevinçler de… Mühim olan dünya ve âhiret dengesini kurabilmek. Dünyada gülüp âhirette ağlarsak, neye yarar! Ya da dünyada ferah olup âhirette dara düşersek, ne fayda!..

Hanım kızlarım!.. Hani dergâhların duvarlarını süsleyen pek kıymetli levhalar vardır: Bunlardan birinde de; «Bu da geçer yâ hû!» yazar. Bunun mânâsı şudur:

«–Ey insan!.. Senin gönlün bir misafirhâneye benzer. Sana gelen gamlar da, sevinçler de birer misafirdir. Sakın onları kalıcı zannetme!.. Gelen fânî gamlara fazla üzülme, çünkü onlar gidicidir. Fânî sürurlara da fazla sevinme; zîra onların da bekâsı yoktur. Gam da, sürur da gönül misâfirhânesine uğrayıp giden birkaç günlük ziyaretçilerdir. Bu yüzden hâdiseler karşısında aşırı sevinmek de, aşırı üzülmek de, gereksiz yere insanın îtidâlini bozmaktan başka bir şeye yaramaz.»

Kıymetli kızlarım!.. İbtilâlar, musîbetler, çaresizlikler; kulu Rabbine döndürür. Daima «Aman ya Rabbî!» dedirtir. Her nefsânî arzusuna çâre bulan insanların nefsi kabarık olur. Hayatta her gel-geç hülyanın peşinde koşan insanların nefsânî arzuları çılgınlaşır; bu sebeple hudut tanımaz ve insanlara karşı da kabalaşır. Neticede hayatta çâresizliği tanımayan insanın nefsi, «azgın bir aygır»a döner. Onun için sana yapılanlara aldırma!..

Kızım!.. İnsanların, aştıkları engeller nisbetinde rûhen mukavemetleri artar. Hak Teâlâ bu sebeple en çok peygamberleri çile çemberinden geçirerek insanlığa nümune kılmıştır.”

Muhabbet bu şekilde devam edip gitti. Şebnem de Nur Hemşire de, İffet Anne’yi hayran hayran dinliyorlardı. Dinledikçe gönülleri huzurla doluyordu. Epey bir müddet sonra İffet Anne, derin bir nefes aldı ve:

“–Güzel kızlarım, hep beni konuşturdunuz. Şimdi sıra sizde…” diyerek Şebnem’e baktı.

Şebnem ise, içindeki pek çok sualin cevabını almıştı. Sadece dertleşmek, hâlleşmek ve İffet Anne’de bulduğu tesellî edici cümlelerin kapısını aralamak için başladı anlatmaya... Önce başından geçenlerden bahsetti. Sonra şöyle devam etti:

“–Arkadaşlarım, benim yaşamış olduğum bu güzel değişimi bir türlü kabullenemediler. Kabullenemedikleri bir yana, beni aşağılamaya ve alaya almaya başladılar. Giyimimle, kuşamımla ve yaşama şeklimle dalga geçer oldular. Ben bu durumda onlara karşı nasıl davranmam gerektiğini, zaman zaman kestiremiyorum. Onları yok saysam bir türlü, saymasam bir türlü… Hele muhatap olduğum zamanlarda çok zor durumda kalıyorum. Başımı örtüyor ve tesettüre riâyet etmeye çalışıyorum diye bana yapmadıklarını bırakmıyorlar. «Kendini hapsetmişsin, zindanlara kilitlemişsin.» diyorlar. Hattâ az evvel kapıda rastladığınız alt komşunuz Müge, benim en yakın arkadaşımdı önceden. Şimdi ise beni en çok hırpalamaya çalışan vefâsız bir arkadaş… Devamlı bu hâlimden ötürü beni rencide ediyor… Bazen ne yapmalı ne etmeli bilemiyorum… Müge’nin düzeleceğinden de ümidim yok…”

İffet Anne, Şebnem’in anlattıklarını dikkatlice dinledi. Yüzündeki tebessüm ve sıcak samimiyet hiç kaybolmuyordu. Hakk’a teslîmiyet hâli ona bambaşka bir sekînet vermişti. Eliyle Şebnem’in sırtını sıvazladı ve onun gönlünün derinliklerine ulaşan bir sesle şunları söyledi:

“–Güzel kızım, her nîmetin bir bedeli vardır. Nâil olduğumuz nîmetler büyüdükçe onlara mukâbil ödediğimiz bedeller de büyür. Arkadaşlarının bu şekilde davranıp, akıllarınca seni aşağılamaları, birer imtihan cilvesidir. Bu gibi durumlarda yapman gereken tek şey sabretmek ve Allâh’a sığınmaktır. Nîmet de O’ndan, mihnet de O’ndan...

Ayrıca onlar yola gelmeyecekler diye de ümitsiz olma… Kapıda rastladığım arkadaşın da iyi niyetli biri… Lâkin kalbinin üzerinde bir örtü var. Hayatın hakikatini henüz anlayamamış. Gerçek huzur ve saadeti bilmediğinden, anlamadığından dolayı seni üzüyor. Dert etme!.. O da düzelir inşâallah. Ben, onun gönlünde de bir güneş doğacağını seziyorum. Ona her rastladığımda içimde böyle bir his uyanıyor. Belki biraz âsî tabiatlı olduğu için gurur yapabilir, ancak neticede hakikati anlayacak ve çok sağlam karakterli bir kimse olacaktır. Yeter ki, biz üzerimize düşeni yapalım, sabredelim, güzel ahlâk ile örnek olabilelim. Rabbimizin yardımıyla kalbindeki gaflet örtüsünü îtinalı ve hassas bir şekilde kaldıralım.

Tesettür meselesine gelince:

Güzel kızım!

Unutma ki, bir hanımın en paha biçilmez ve en kıymetli varlığı onun iffetidir. Kadınlık şeref ve haysiyetini korumak, ancak iffet sâyesinde mümkündür. Yüce dînimiz, kadının iffetine çok fazla ehemmiyet vermiştir. Meselâ Meryem vâlidemiz, iffeti sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’de methedilmiş ve onun ismi tam 34 yerde zikredilmiştir. Kur’ân’da isminin bu kadar zikredilmesi, başka hiçbir kadına nasîb olmamış bir şereftir.

Bu da gösteriyor ki, bir kadını en değerli yapan husus, iffettir, iffettir, iffettir.

Hazret-i Fâtıma annemizin bir sıfatı da “Betül”dür. Yani daima temiz ve tertemiz…

Bunun için İslâm, tesettüre ehemmiyet vermiştir. Çünkü tesettür, kadını hem fizikî, hem de rûhî olarak muhâfaza altına alan bir kalkan mesâbesindedir. Kadın, tesettürden sıyrıldığı takdirde kadınlığına has meziyetleri, hattâ insanlık husûsiyetlerini yitirmektedir. Lâkin mütesettir, iffetini muhafaza eden, vakarlı bir hanım, hayat boyu bir vakar ve iffet âbidesi olarak ömür sürer. Peygamber Efendimiz, İslâm’ın sâliha hanıma verdiği kıymeti şöyle ifade etmektedir; “Cennet, annelerin ayakları altındadır.”

Hâmilelik, doğum, emzirme, yetiştirip nesli terbiye etmek gibi ağır ve yıpratıcı durumlara ilâve olarak ev işlerini tanzim etme işini de omuzlarına alan fazilet timsâli bir anne; engin bir sevgiye, derin bir saygıya ve ömürlük bir teşekküre lâyıktır.

Bizleri, bir müddet cisimlerinde, bir zaman kucaklarında ve ölünceye kadar da kalplerinde taşıyan vefâkâr annelerimize sevgi ve saygı hususunda ortak olacak bir varlık yaratılmış mıdır?!..

Diğer taraftan tesettür emri, İslâm’da kadına verilmiş olan yüksek mevkî ve kıymetin de mühim bir tezâhürüdür. Nitekim değerli hazineler, en güzel şekilde muhâfaza edilir; tutup da hırsızların gözleri önüne serilmez. İşte bu şekilde tesettür sayesinde Müslüman kadını da kendisine verilen yüksek kıymet sebebiyle yabancı bakışların yıpratıcı ve incitici tesirinden muhafaza edilmek istenmiştir. Tesettürün en büyük hikmetlerinden birisi de budur.”

Şebnem heyecanla dinliyordu. Dinledikçe gönlündeki güzel duygular kuvvet buluyordu. Sordu:

“–İslâm’da kadına verilen değerden bahsettiniz. Bu noktada herkes bir şeyler söylüyor. Binbir türlü yorumlar var. Bunlar da bazen benim zihnimi meşgul ediyor. İslâm, kadına tam olarak nasıl bir değer vermiştir?”

İffet Anne, Şebnem’in sormak istediğini gayet güzel anlamıştı:

“–İslâm dîni, fıtrat dînidir. Bu sebepten, İslâm’ın kadına verdiği değeri anlamak için kadının fıtratını tahlil etmek yeterlidir.

Kadınlar, yaratılış itibâriyle erkeklerden farklı husûsiyetlere sahiptir. Her iki cinsin de kendisine has özellikleri ve zaafları vardır. Erkek, bedenî ve aklî kuvvet yönüyle kadından üstün yaratıldığı gibi, kadın da rûhî ve hissî kuvvet yönüyle erkekten üstün yaratılmıştır.

Kadınlar zengin bir his dünyasına sahip olarak yaratıldığı içindir ki, evlâdını en güzel şekilde yetiştirip terbiye etme ve evini tanzim etme mükellefiyeti öncelikle ona aittir.”

Sözünün burasında İffet Anne, yavaşça ayağa kalktı ve kitaplığa doğru ilerledi:

“–Aklıma güzel bir şiir tercümesi geldi. Pakistanlı şair Muhammed İkbal yazmış. Şurada olacaktı. Tamam buldum. Bakın ne diyor:

«Ey örtüsü, namusumuzun perdesi olan Müslüman kadını! Senin yüzündeki nur, îman kandilimizin sermayesidir.

Yaratılışındaki safvet; Hak’tan bize rahmettir; dînimizin kuvveti, ümmetimizin varlık esasıdır.

Evlâdımız sütten kesilir kesilmez, ona kelime-i tevhîdi ilk öğreten sensin.

Senin muhabbetin, bizim hâlimizi, fikrimizi, sözümüzü, işimizi tanzim eder.

Ey dînî nîmetlerin kendisine emanet edildiği İslâm kadını! Hak dînin kor ateşi, senin nefesinden alev almıştır.

Bu asır; ikiyüzlüdür, hilekârdır; dışı süslüdür ancak, içi kokuşmuştur. Bu asrın haramîleri din yolundaki kervanların yolunu keser.

Bu asrın basîreti kördür; Hakk’ı tanımaz. Ancak insanlıktan çıkmış kişiler bu asrın nefsânî zincirlerine teslim olabilirler.

Asrın gözünü, ihtiras ve kan bürümüştür; acımasız bakar. Kirpikleri âdeta pençe kesilmiştir de, eline geçirdiğini kendine râm eder.

Bu asrın tuzağına düşen kişi, kendisini hür sanır. Asrın elinden zehir içmiştir de hâlâ kendini diri zanneder.

Toplum fidanının âb-ı hayatı sensin. Ümmetin emanetini koruyan muhafız sensin.

Fıtratındaki ulvî hasletleri aklınla keşfet. Hazret-i Fâtıma, senin için bir numûnedir; ondan gözünü ve gönlünü ayırma.

Tâ ki, senin dalın da bir Hüseyin meyvesi versin; gülistan, eski mevsimi getirsin.»

İffet Anne, bu sözlerden sonra tebessüm ederek Şebnem’e baktı:

“–Şimdilik bu kadar kâfî mi güzel kızlarım?”

Şebnem, İffet Anne’de kendi öz annesinin sıcaklığını görmüştü. Henüz kundakta iken kaybettiği öz annesinin… İffet Anne’nin elini doya doya öpmek, ona «anne» diye sarılmak istiyordu.

Nur Hemşire, vaktin hayli ilerlemiş olduğunu hatırlatarak müsaade istedi. Kalktılar. Kapıya geldiklerinde Şebnem’in gözlerinden damlayan yaşlar, yanaklarını ıslatmıştı. İffet Anne ile kucaklaşırken ona sımsıkı sarıldı, duygularını, hıçkırarak o sihirli kelimeye yükledi:

“–Anne, anneciğim…”

Sonra da Cenâb-ı Hakk’a hamdetti:

“–Rabbim sana şükürler olsun!.. Bana ne güzel gerçek bir anne nasip ettin!.. Herhâlde «cennetlerin ayakları altında olduğu anneler» böyle annelerdir…”

 

 

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle