Yer Taşıt, Gök Bina

“İnsan kalbinde ne taşırsa, dünyayı da öyle görür.”

Goethe

 

Her ne kadar İmam Gazâlî, “gökyüzüne bakmanın kederleri gidererek Allâh’ı hatırlattığını” söylese de, artık gözlerin kıblesi, el kadar bir ekrana sabitlenmiş durumdadır.

Taş duvar binaların ve elektronik âletlerin bile “akıllı” geçindiği bir zamanda, eğer birisi çıkıp “Ağaçlar konuşuyor, biliyor musunuz?” diye seslense, teveccühe mazhar olur muydu bilinmez?! Fakat biyoloji profesörü David Haskell, ilk kitabı olan “Görünmeyen Orman (Unseen Forest)” ile Pulitzer Ödülü alarak dikkatleri bu konuya çekmeyi başardı.

Haskell, Amazon ormanlarından Manhattan sokaklarına kadar her yönüyle hikâyesi kendisine ilginç gelen 12 ağaç seçerek onların diğer ağaçlarla, hattâ çevrelerindeki insanlarla kurdukları bağlantıları çözebilmek için, sabırla, uzun süreli bir gözlem gerçekleştirdi.

Yale Üniversitesi tarafından kendisiyle yapılan röportajda[1], kökleri yıkayan dalgalar gibi ya da kuru bir dış budaktan gelen çiğneme seslerini andıran farklı bütün sinyalleri toplayıp değerlendirdikten sonra (röportajın bulunduğu mail adresine seslerden örnekler de kaydedildi), tabiatın içindeki hayatı sürdüren enerjinin, derin mânâlı, kompleks bir bağlantı sistemi olduğunu ifade etti.

Birçok değişik dinleme cihazı kullanarak elde edilen neticelere göre, özellikle ağaçların, çevre şartları hakkında ikaz yaymak sûretiyle iletişim kurdukları, birbirlerine ihtiyaçlarını bildirerek, toprak altındaki köklerin yardımıyla karbon ve su gönderdikleri tespit edildi. Kitapta ayrıca, ağaçlarda insan hayatını sembolize eden özellikler bulunduğu ve çevrede yaşayanların hayat şartlarını, hattâ onu diken kişinin hissiyâtını bile yansıttıkları vurgulandı.

Haskell, elde ettiği neticeleri şöyle hülâsa etti:

“Biyolojide kesinlikle ferdî bir varoluştan söz edilemez. Çünkü her varlıkta bulunan en temel hayat birimi, dâhilî bir bağlantıyla devam eden karşılıklı alâkadır. Bunun sona ermesi, hayatın da bittiğini gösterir.”

Her şeyin böylesine birbirini cezb etmesi, bizi şaşırtabilir mi?

Kur’ân’ın bize tanıttığı âlemde, göklerde ve yeryüzünde bulunan her şey Allâh’ı tesbih eder[2] ve sabah-akşam O’na secde ederler[3]. Mevlânâ ve İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıf düşünürler, kâinatta ne varsa, Allâh’ın “el-Hayy: Dâimâ Canlı” sıfatının yansıması olduğu için, canlı-cansız ayrımı yapılamayacağını vurgulamışlardır.

Panbioizm (Tüm canlıcılık), Yunan döneminden itibaren felsefe tarihinde “Her şey canlıdır.” görüşünü kabul edenlerin düşünce sistemidir. Nietzsche, Goethe ve Schopenhauer da kâinattaki bütün varlıkların aktif ve dinamik bir yapıda enerji yüklü olduklarını ortaya koyarak bu bakış açısını desteklemişlerdir.

Dünyayı kendinden ibaret zanneden çağımızın “değerli” insanı, içine halife olarak yerleştirildiği kâinatta hüküm süren mükemmel silsileyi tefekkür ettikçe, ancak bu kıymetli “oluşa katılarak” değer sahibi olabileceğini görecektir.

Mevlevî selâmı olan Şeyh Gâlib’in muhteşem mısrâları da, bu sırrı ifade sadedinde değil midir:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.

(Ey insan! Kendine gönül gözü ile hoşça bir bak ki; sen âlemin, yaratılanların özüsün ve sen kâinatın gözbebeği olan âdem/insansın.)

 

[1] Bkz: https://e360.yale.edu/features/how-listening-to-trees-can-help-reveal-natures-connections

[2] el-İsrâ, 44.

[3] er-Ra’d, 13-15.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle