Artık her şeyin “ev-cesi” konuşuluyor, bütün işaretler tek yönü gösteriyor: “Evde hayat var!”, “Hayat eve sığar!”, “Evde kal, sağlıklı kal!”... İnsanoğlunu kendi evinde olmaya iknâ edebilmek için sloganların en tesirlisi seçilmeye çalışılıyor. Diğer yandan, evdeki hayatın da ilgi çekici olabilmesi için, bütün ihtimaller değerlendiriliyor.
“Allah, Kur’ân ve âhiret” kelimeleri beni hep düşündürdü. Bunlar öyle büyük sözlerdi ki, ya doğru olmadığına iknâ olup sonra hayatı kendine göre yaşamalıydın; eğer hakikatse de, teslim olmalı ve gereğini yapmalıydın, yok sayamazdın! Sonra îman lütfu; meğer Rabbim hep varmış ve benimleymiş, ama ben yokmuşum. Üstad Necip Fâzıl’ın tâbiriyle, “Gökyüzünden habersiz, uçurt...
İnsanız ve bu karmakarışık dünyada sebebini bilmediğimiz birçok tesir altında yaşıyoruz. Karşılaştığımız insanlar içinde, işini severek ve îtinâ ile yapanlar olduğu gibi, muhatabıyla hiç alâka kurmadan, günü bitirmeye çalışanları da görmek mümkün… Monotonluğa teslim, her dem hâlinden gayr-ı memnun ve müştekî bir kimsenin, kime, ne hayrı ola ki?
Her ne kadar İmam Gazâlî, “gökyüzüne bakmanın kederleri gidererek Allâh’ı hatırlattığını” söylese de, artık gözlerin kıblesi, el kadar bir ekrana sabitlenmiş durumdadır. Taş duvar binaların ve elektronik âletlerin bile “akıllı” geçindiği bir zamanda, eğer birisi çıkıp “Ağaçlar konuşuyor, biliyor musunuz?” diye seslense, teveccühe mazhar olur muydu bilinmez?!
Eğer öleceğimizi bilmeseydik, hayatımızda şimdiki hâlinden farklı olarak ne değişirdi? Taleplerimiz, endişelerimiz ve plânlarımız çoğalır mıydı? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Yaşadığımız tatminsizliğin ve zihnî kargaşanın sebebi, insan olarak hayatımız üzerindeki gücümüzün sınırlarını bilmemek olabilir mi? Sınırlar hareket kabiliyetimizi belirler. Gideceği yeri bilmeye...