Sunuş

Muhterem Okuyucularımız;

Ülkemizin ve Dünya’nın gündeminin her an değiştiği, onlarca konuyla boğuştuğu, sapla samanın birbirine karıştığı günlerdeyiz. Zor günler geçiriyoruz; kimin kimi desteklediğinin, kimin kime saldırdığının belli olmadığı günler… Bugün dost dediğimizle yarın kanlı-bıçaklı düşman oluyor; bugün savaşma durumuna geldiğimiz insan veya ülkelerle yarın çok sıkı dostluklar kurabiliyoruz. Devir değişiyor, kalpler değişiyor, sözler değişiyor.

İşte bu kadar değişkenlik içinde Rabbimiz kendisine “kâlû belâda” verdiğimiz ahde sadakat istiyor. Kulluk sözümüze bağlılık istiyor; “Îman ettik, İslâm’ı kabul ettik!” iddiamızı ispata çağırıyor. Çünkü verilen söz, ispat gerektiriyor. Söz, sorumluluk yüklüyor. Bir sözle İslâm’a girmek mümkün; aynı şekilde bir sözle küfre, şirke düşmek, dinden çıkmak da mümkün… Bir sözle gönüller îmar etmek, yüzlerde güller açtırmak mümkün… Bir sözle kalpleri kurutmak, yüzleri çürütmek de…

Söz, ağır bir vebal… Söz, büyük bir hazine… Hayra çağıran, hayrı öğreten sözden daha güzel ne olabilir?! Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, Kur’ân-ı Kerîm de en güzel sözlere çağırmıyor mu insanları?

Ama insanların arasını bozan, araya fitne-fesat sokan, onları kine, düşmanlığa sevk eden, ömürlük yaralar açan sözler de o kadar acı, o kadar yıkıcı, o kadar fecî… Dinimiz, sözümüzü “seçerek” konuşmayı emrederken; “hayır konuşmayacağımız zamanlarda susmamızı” öğretirken; ne kadar boş konuşuyoruz, ne kadar çok konuşuyoruz!.

Konuşmayı öğrendik, ama artık fuzûlî/bâtıl şeyler hakkında “susmayı” da öğrenmemiz gerekiyor. Hele hele laf taşımak, yuvaları yıkmak, akrabalıkları bitirmek için konuşmak; sözün en kirlilerine, yalana, iftiraya, gıybete, alay ve hakarete tevessül etmek; bir mü’min gönlüne hiç yakışmıyor.

Konuşmayı çok hafife alıyor; söylediğimiz her şeyin yarın karşımıza konacağını çabucak unutuyoruz. Hâlbuki Rabbimiz, söylenen hiçbir şeyden gâfil değil!.. Tıpkı niyetleri, gizlinin gizlisini çok iyi bildiği gibi… Her şeyden haberdar!..

Muhterem okuyucularımız,

  1. (Haziran, 2018) sayımızda, kapağımızdaki “Şebnem” logosunun yanına bir karikatür ekledik. Bilenlerin çok iyi tanıdığı, bazı okuyucularımızın da “çok çirkin durmuş” diyerek görüşlerini paylaştığı bir karikatür… Aslında uzun bir geçmişi, ibretli bir hikâyesi var. İnşâallah ilerleyen sayılarımızda daha geniş bir şekilde bilgi veririz. Ancak şimdilik şu özet açıklamayı yapmakta fayda var:

Bu karikatür, Nâci el-Ali (v. 1987) ismindeki Filistinli bir karikatüristin ilk defa 1969 yılında çizip yayınladığı on yaşındaki bir çocuk figürü… Hanzala (Handala)… On yaşında, tıpkı kendisini çizen karikatüristin Filistin’den ayrıldığı yaşlarda… Üstü başı yırtık, yamalı bir çocuk… Saçları diken diken, saçlarını silah gibi kullanan bir kirpi gibi… Yalınayak... Dışarıdan bakıldığında çirkin ve kirli; ama içi misk-i amber...

O, Filistin davasına Arapların, insanların duyarsızlığı yüzünden “küskün” ve dünyaya arkasını dönmüş. Ne zaman ki Dünya, Filistin davasına tekrar sahip çıkar; Dünya’da mazlumların yüzü güler; işte o zaman Hanzala da mutlu olur, insanlara ve dünyaya gülen yüzünü gösterir.

Biz de Şebnem Dergisi olarak dünyadaki mazlumların sembollerinden biri olan Hanzala’yı yâd etmek, Filistin davasını hep gündemde tuttuğumuzu ifade etmek için bu karikatürü -şimdilik- logomuzun yanına ekledik.

Rabbimiz, bize ümmetçe yüzümüzün güldüğü o bahtiyar günleri en kısa zamanda tekrar göstersin. Gelecek sayıda buluşuncaya dek, Allâh’a emanet olunuz.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle