Yaşlı Terzi İle Genç Elbise-3

Genç elbise, ustasının son sözleri kulaklarında çınlayarak geceledi… “Sus, yoksa, birçok insanın yaptığı hatayı, sen de yapacaksın!” demişti gitmeden.… Acaba ne demek istemişti? Bu insanoğlu, konuşmakla, nasıl bir hata yapıyordu ki, susması gerekmişti? Bütün geceyi, bu ve benzeri sorularla geçirince, sabaha uyku gelir sıkıştırır. Bizim genç elbise, uyudu kaldı. Öyle de derin uyudu ki, ne ezân sesini, ne ustasının dükkana geldiğini duydu.

Vakit bir hayli geçmişti ki, gözleri yavaş yavaş açıldı. Açılmakla da kalmayıp, şaşkınlıktan fal taşına döndü.

“–Ayy!..” dedi. “O da ne! Ustam gelmiş! Vakit de öğlene yaklaşmış! Ne çok uyumuşum böyle!”

“–Hayır.” dedi usta… “Aslında çok fazla uyumadın. Öyle sanıyorum ki, yine gece gözüne uyku girmedi de, uyuma vaktini şaşırdın. Hâsılı, fazla değil ama, vakitsiz uyudun.”

“–A benim hünerli ustam, neden seslenmedin ki…” dedi genç elbise.

Yaşlı terzi, gözleri elindeki dikişte, cevap verdi:

“–Çünkü, birçok insanın yaptığı yanlışın ne olduğunu, böylece, yaşayarak görmeni istedim.”

Elbise anlar gibi oldu.

“–Tabîi ya…” dedi, “Sabaha kadar kendi kendime konuşmaktan, uykuyu unuttum. Bedenim yorgun düşüp uyuduğumda ise, güneş kapıya dayanmıştı zaten. Eee, uyumak için bu vakte kalınca da, uyanmak, öğleni buldu. Gün yarı oldu, akıl zora girdi… Üstelik, hâlâ yorgun hissediyorum kendimi. Tefekkür edeyim derken, herhalde kendime zulmettim.”

“–Elbette!..” diye cevapladı yaşlı terzi. “Allah, geceyi dinlenmemiz, gündüzü ise rızâsı dâhilinde çalışmamız için yarattığını bildirdi. O hâlde, vakitlice yatıp kalkmakla kişi, öncelikle nefsine hakkını vermiş olur. İlle de konuşacak, tefekkür edecekse biri, seher vakti uyanmalı ve bu fiilleri o saatte gerçekleştirmelidir. İnsanoğlunun düştüğü en büyük hatalardan biri, gece yarılarına, hatta sabahlara kadar çene yorup, memleket kurtarmak, sonra da sabah ezânlarından gâfil, horlamaktır.”

* * *

Hani, hikâyenin tam da burasında, yazar olarak araya girip, tüm müslümanlar ve kendim için, şu seherlerin feyzinden nasiplenmek adına duâ talep etsem, çok görmezsiniz değil mi? Zira yaşlı terzi, seherlerde horlayanlardan bahsedince, nedense, başıma kocaman bir taş düşer gibi oldu. Ama hani, doğru sözün bir taş gibi, gelip de başıma çarpması, benim için büyük lutuf… Zira, bunca eksikliğime karşın, doğru bir söz, hâlâ muhatap kabul edip bana yöneliyorsa, şükür secdesi yapmam lâzım… Doğru söz dostum olduğu sürece, son nefesime dâir umut taşıyabilirim. O hâlde acı da gelse, boyun bükmeliyim karşısında. Kimden gelirse gelsin, doğruyu kabul etmeliyim… Ve siz hikâyeyi okumaya devam ederken, ben, hemen şimdi gidip, şükür için secdeye kapanmalıyım.…

* * *

Yaşlı terzi, genç elbiseye bakıp, uykusunun açıldığını görünce, anlatmaya başladı. Bizimki de, zekî ve saygılı bir talebe gibi, dikkatlice dinlemeye koyuldu:

“–Bugün sana, insanların konuşmasından bahsedeceğim. Onlar, ağızları içinde mevcut dili, damakları ve dişleri kullanarak, çeşitli sesler çıkartırlar ve bu sesler, her milletin insanında, farklı bir düzen içinde sıralanarak, «konuşma dili» denilen unsuru meydana getirir. Her milletin, kendine has bir dili vardır ve insanlar, bu vasıtayla konuşur, anlaşırlar. Gerçi, anlaşmazlıkların çoğu da dilden kaynaklanır ya, bu da ayrı bir mevzu…

İnsanların bazısı, Hak tarafından bir imtihan olmak üzere, dilleri olsa da konuşamazlar. Bu kişilere «lâl», ya da «dilsiz» denir. Bunlar iki kısımdır: Bir kısmı, fizyolojik bir problemden ötürü dilsizdir. Onların, kaslarında ya da sinirlerinde bir hastalık mevcut olup, bu sebeple konuşamazlar. Diğer kısmı ise, aslında konuşma yeteneğine sahip olmakla beraber, ya Rabbimin râzı olmadığı bir kelâm ediverirsem, endişesiyle, neredeyse lâl olmuşçasına yaşarlar. Dilsizlerin bu çeşidi, nâdirattan olup, sayılıdır. İnsanların birçoğu ise konuşur. Bu yeteneğe sahip olanlar kısım kısımdır:

Bir kısmı, Hak tarafından bir imtihan olmak üzere, öylesine akıcı ve muntazam konuşurlar ki, dinledikçe dinleyesin gelir. Bu kişilerden, konuşma nîmetini hayra kullananlar olduğu gibi, şerre harcayanlar da vardır. Kimileri, sözleriyle hakkı ve sabrı tavsiye ederken, kimileri de tam tersine tavır sergiler…

Dilin kemiği olmaması sebebiyle, konuşmalar, bazı kişilerde alabildiğine ölçüsüz ve abartılı bir şekle bürünür. Bu zavallıların, yarın mahşerde yük diye, sadece boş laflarını sırtlanmaları bile, onlara ezâ olarak kâfi gelecektir. Konuşmasıyla sükûnet sebebi olanlar bulunduğu gibi, fitne ve karışıklık sebebi olanlar da vardır.   

Kimisi doğru konuşur, kimisi yalan… Kimisi hak konuşur, kimisi bâtıl… Bazı insanlar vardır, az kelimeyle çok söz söylerler. Bazısını da görürsün, anlatır anlatır, bir tek mânâ duyulmaz. Sözün özünü söyleyen de vardır, özün sözünü eden de… Bir sözüyle, görmeyene göz olur kimisi… Kimisi de bir sözüyle, gören gözü kör eder. Her sözünü düşünerek konuşanlarla, düşünmekten, konuşamayanlar vardır…  Bu ikisi iyi hoş da, bir de, konuşmaktan vakit bulamadığı için, düşünmeyenler vardır. Böylelerine “geveze” derler. Lafazan, gevezenin bir diğer adıdır. Lokman Hekimcesine, kendini ilgilendiren mevzûyu konuşan vardır, bir de, ilgili-ilgisiz, her lafa karışıp, bilir-bilmez ahkâm kesen…

Kimileri, adam sansınlar diye konuşmamaya muhtaç… Kimileri de, adam olmak için, konuşulmaya… Laf ile peynir gemisi yürütür kimisi… Kimisi laf ile dürtmesen, bir adım yürümez. İnsanlar, «laklak» derler, fuzûlî konuşmaya… Ama her nedense laklak, insanların hobileri arasında baş sıraya yerleşmiş gibidir. Kimileri vaat etmekten iş yapamaz. Kimileri iş yapmaktan konuşmaya vakit bulamaz.

Bu konuşabilenlerin, bazısı gırtlaktan, bazısı gönülden konuşur. Eğer, kalbi ölmüşlerden değilsen, bu iki çeşidi ayırt etmen zor olmaz. Bir de, geçimini sağlamak için, konuşmaya mecbur olanlar vardır. Bunlar, belli gün ve saatlerde, kâh bir radyoda, kâh bir televizyonda, kâh bir topluluk önünde… Hep konuşurlar. Yoruldukları olur bazen, ama konuşmak onların vazifesidir. Bazıları ise, üzerine vazife olmadığı halde, sağda-solda, orda-burda, ileri-geri konuşurlar. Kimileri susması gerekirken konuşur, kimileri susmak isterken… Bir de, susması, konuşmasından evlâ olanlar vardır. Öyleleri de vardır ki, onlar susmamalıdır. Zira birinci guruptakiler, konuştukça çukura batarlar; ikinci guruptakiler, konuştukça çukurdan insan çıkarırlar.

Konuşma vardır, cehenneme yol olur… Konuşma vardır, cennete bilet… Kimi söz fesat çıkarır, kimi söz tam ibâdet… Bazı insan, yaşamadığını yaşamış gibi konuşur, münâfıklar gibidir… Kimisi, yaşadığını bile konuşmaktan, riyâ olacak diye, çekinir… Kimisi kabuktan söyler, kimisi özden… Kimisi sözüyle değer kazanır, kimisi sözüyle düşer gözden… Her ne kadar, «Söz gümüşse, sükût altındır.» deseler de, bu da kişiye göre değişir. Kiminin sözü altındır, kiminin sükûtu… Konuşmanın değeri, sadece kişiye değil, zamana ve zemine bağlı olarak da değişiklik arz eder. Bazı yerde konuşmak farz olur, bazı yerde susmak!.. Eee, bu hassa dengeyi kurmak pek çetin bir mesele olunca, bu hassas dengeyi kurmak, insanların çoğunun başı, dilinden ötürü derde girer. Sırf dili sebebiyle, nice tazminat öder durur kimisi... Ve yine dili sebebiyle, nicesi sevilir, sayılır, hürmet görür…

Dersin ki, ne ki, küçücük bir et parçası! Ama hayır, o öyle bir parçadır ki, hayırla dönerse, sahibine hayır getirir. Her ne kadar sövene dilsiz, vurana elsiz olmak gerek, denilse de, hayır, arada, sövene söz ile, vurana da bilek ile hatasını göstermek gerekir. Bu da pek hassas bir denge gerektirdiğinden olsa gerek, karakollar zaman zaman, laf dalaşı yüzünden birbirine girmiş taraflarla dolar…

Anlayacağın elbiseciğim, bu insanoğlu, konuşmasını bazı kılıç, bazı gül eder… Bazı kaya, bazı su eder… Âh bir de, bu dili ile, durmaz hep suâl eder! Bu niye böyle, şu niye şöyle, niçin bu kadar, neden bu şekil, niye ben, nasıl olur?! Sora sora yorulur da, dinlenince tekrar sormaya koyulur.

Kimi insanlar, suskun gibi dururlar, fakat, onların içlerine şöyle bir nazar ettiğinde, hiç susmaksızın, vıcır vıcır konuştuklarını işitirsin. Onların bazısı, ağız dillerini tutarlar, beyinlerini susturamazlar. Bazısı da, güya dilden hiç itiraz etmez ya, gönlü isyanlardadır. Kimini de görürsün, durgun bir su görüntüsünün ardında, içinde kırk tilkinin dolandığı, daracık bir odaya benzer.

Hâsılı, konuşmayı sesten, susmayı da sessizlikten ibaret sanma! Zira, nice sükûtun içi, kavgayla kaynamaktadır… Nice kavganın da içi, rızâ ile gülmektedir. Kimisi kibarlık kılıfına isyan ve itiraz yüklü konuşmalar saklar. Kimisi ise, çatıp dururken muhatabına, sevgiyle naz etmededir.

Unutmamak lazım elbet! Bir de, tüm bu saydıklarımızın dışında, gözleriyle konuşanlar görürsün. Onlar, tek bir kelime etmeden, bakışlarıyla yakar, serinletir, yerin dibine sokar ya da fezâlara yükseltir…”

* * *

Genç elbise, sanki birkaç gün daha dinleyebilecekmişçesine huzurla takip etti yaşlı terziyi. Terzi, onun bu hâline gülümsedi. Dedi ki:

“–Sen pek sabırlı ve sâdık bir dinleyicisin. Fakat şunu da bil ki, kimisi, lâfı uzatmaktan geri kalmamakla beraber, bir başkasının uzun lâfına da tahammül edemez. Bu sebeple, sonuç olarak hatırla ki, az ve öz konuşan, dâimâ makbuldür. Varalım biz de sözü burada keselim ki, yarına söyleyecek söz kalsın. Hem bak, gelen-geçen gözleriyle seni methedip durmada… Kim bilir belki de yarın, burada olmayacaksın…

“–Ne diyorsun!” diye haykırdı elbise… “Daha hazır değilim gitmeye! Bırakma beni lütfen!”

Yaşlı terzi, ses etmedi… Zaten ses, ayrılığa mânî mi ki?!. Nice konuşanlar vardı karşılıklı, ayrı idiler… Ve nicedir sohbet etmemişler vardı, her anları beraber…

“–Hele bakalım…” dedi, “Görelim Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler…”

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle