Yaşanmış Öykülerden

DUÂLARIN BEBEĞİ

Geçirdiği bir dizi operasyonun sonucunda doktorun:

“–Bu durumda bebeğinizin olması mümkün gözükmüyor.” sözleri yüzünde bir şamar gibi patlamıştı. Yüreğinde ne fırtınalar kopmuştu da söyleyemedi, yutkundu ve sustu.

Umutlar ne çabuk tüketiliyor. Bir umudun peşinden bin yıl gidebilir insan. Tersine bir saniyede de söndürülebilir. Eğer ki sığınmazsan, bir sabır taşı olup çatlamazsan ne umutlar katledilir.

“Umudu hiç yitirmemenin yaşanmış örnekleri diye anılsın!..” demişti kardeş yazısında. Hayatında ne çok örnekler vardı umuda dönüşmüş umutsuzluklara dair. Paylaşmalı mıyım, diye düşünürken damlamasına engel olamadı gözyaşlarının.

“–Küçük meleğim.” dedi. “Benim küçük meleğim. Umut çiçeğim, duâm, hüznüm ve sabır taşım; sonucunu merak ettiğim imtihanım...”

Bir ilkbahardı haber gönderdiğinde,

Kapımızı çaldığında mevsim sonbahar…

Minicik hâlinle kalbimize dokunmuştun bir kere,

Bırakmazsın umardık, içimizdeki korkuya rağmen,

Nereden bilirdik vedâ edeceğini bir kış gününde…

* * *

Onca uğraştan ve zorluklardan sonra tüp bebek usûlüyle işte ikizleri olacaktı. Ne güzel bir haberdi bu, ya Rabbi! Susmadı bu sefer ağladı. Tahlil sonucunu getiren kardeşine, onu bu zor yolculukta yalnız bırakmayan arkadaşına sarıldı. Yine ağladı. Görevi dolayısıyla o ân yanında olamayan beyinin yerine de ağladı. Bebekleri olacaktı. Hem de ikiz!...

Allah’ım.” derdi. “İnsanlar çocuklarının kıymetini bilmiyorlar. Onları nasıl bir nimetle ödüllendirdiğini fark etmiyorlar. Yıllardır bir ümidin peşinden koşuyorum. Verdiğini istemeyen kulların vardır. (Bundan sana sığınıyorum.) Kulların da vardır bir bebek, dillerinde duâdır!..”

* * *

Mikroenjeksiyonun başarılı geçmesi ile yeni bir dönem başlıyordu hayatında. Kolay bir hâmilelik olmayacağını, daha ikinci ayın başında geçirdiği aşırı kanama ile anlamıştı. Bebeklerin yaşadığını öğrenince ultrason yapan doktora:

“–K. Hanım, sizi seviyorum, sizi çok seviyorum!..” derken hıçkırıklara boğulmuştu.

Korku ve sevinç yüreğinde sürekli yer değiştiriyordu. Bütün bunları yaşarken çektiği yalnızlığı, âcil servis hemşiresine bırakılan mesajla son buluyordu.

“–Uzaktayım, yanında olamadığım için çok üzgünüm. Eşime ne olur, onu çok sevdiğimi söyleyin!..”

* * *

Bu hâmileliğin devamı için bir sürü medikal tedavinin yanında tuvalet için bile olsa yataktan kalkmaması gerektiği söylendi:

“–Tamam, bebeklerim için yatarım!” dedi. Nitekim öyle de yaptı. Yaz sıcaklarının sıkıntısını, sırtında çıkan küçük yaraların acısını; beyinin, kardeş ve arkadaşlarının desteğiyle hafifletti. Yine de ikizlerden birinin düşmesine engel olamadı. Çünkü kudret sahibi Allah’tı.

İşte hüzün ve mutluluk yine karıştı. Bebeğinin biri, onun bedenini terk ederken yüreğinden bir parça götürüyor, diğer bebeği ise hayat mücâdelesine kaldığı yerden devam ediyordu. Ancak kendisi çok fazla enfeksiyon almıştı. Antibiyotiklere cevap vermiyordu. Daha bir sürü gerekçelerle:

“-Bu hâmileliğin sürdürülmesine karşıyız!.” deyince doktor, bir daha sarsıldı yüreği, kırıldı. Konuşacak tâkati yoktu ki, duygularını aktarabilsin. Neden sonra:

“–Hayır” dedi, “Denemeliyiz!..”

Ona göre bu umut yolculuğu, on yedinci haftada bitecek kadar kısa değildi çünkü. Vazgeçmedi. Duâlar etti. Çok duâlar geldi. Kalkamadığı yatağından binlerce kez elini kaldırdı emânet sahibine. Çok güçlü antibiyotikler verildi. Tedâvîler sürdürüldü. Neticede hâmileliğin altıncı ayını böylece hastanede bitirdiler.

Biraz rahatlamış mıydı artık? Duâlarını mı azaltmıştı? Haram lokma yemiş olabilir miydi? Yoksa yataktan kurtulabilmesi için mi başlamıştı bu erken doğum? Henüz on iki haftası vardı ama bebeği geliyordu. Doğumu durdurmak için tıbben yapılabilecek bir şey kalmamıştı.

“Allah’ım yardım et.”

Bebeğinin yaşaması için onlarca elin duâya kalktığını biliyordu. Duâsını kabul ettiğin bir kulun hürmetine...

“–Yaşayacak. Rabbim, onu bana bağışlayacak. Her şey yolunda gidecek. Zor olacak, ama olacak…”

Cehâlet mi, anneliğin verdiği samimiyet midir? Başka bir şık geçmiyordu aklından.

* * *

Zor bir sezaryen olmuştu. Bebek 900 gram ağırlığında bir erkekti. Doğduğunda kalp atışı ve solunumu yokmuş. Bazı tedâvîlerle kalp çalışmış ve solunum gelişmişti. O küçücük bedeni, ama kocaman yüreği ile hayatı kucaklamaya çalışıyordu.

Bebeğini görmek istedi hemen. Ama yürüyemedi. Uzun süre yatmaktan yürüme kabiliyetinde bozulma olmuştu. Nihayet üçüncü gün oğluna kavuştu. Onun minicik bedeniyle bir sürü cihaza bağlanmış hâlini, hayatı boyunca hiç unutmadı. On iki hafta erken doğduğu için küveze koymuşlar, respiratöre (solunum cihazı) bağlamışlardı.

Daha 900 gramdı ve bir sürü hortumla yaşıyordu. Alamadı kucağına, emziremedi, öpemedi. Pirinç tanesi kadar parmakların ucundaki tırnaklar, yüce Yaratan’ın kudretini yazıyordu.

“–Bebeğim” dedi tâ derinlerden. “Dayan bebeğim, ne olur biraz daha. Özür dilerim seni koruyamadığım için. Özür dilerim. Çok üzgünüm, dayanamadığım için…”

Bir kadın için anne olamamaktan daha öte üzüntüler olduğunu, çocuğunun acılarını kaldıramamanın bundan daha dayanılmaz bir ızdırap verdiğini o ân fark etmişti. Kucağına alamasa da, ayaklarında sallayamasa da, ilk ninnisini söyledi oğluna. Ne kendi vazgeçti beklemekten, ne eşi; ne de oğlu vazgeçti direnmekten…

“–«Yiğit» olsun adı…” dedi, babası. “İkbal”, “İkbal Yiğit” olarak okundu ezanı.

İkbal Yiğit, gün geldi enfeksiyon aldı, (Prematürelerde ölüm sebebi olabiliyormuş); gün geldi solunumu durdu. “Hazırlıklı olun, kaybedebiliriz.” dediler, daha neler neler...

* * *

Bunun hazırlığı olur mu? Yıllardır aradığı, aylardır emek verdiği bebeğini kaybetmeye nasıl hazırlanır insan?

“Ya Rabbi, merhamet... O senin hediyen. Onu bana bağışlarsın.” derken isyan mı ediyor, yoksa inancın gölgesine mi sığınıyordu, bunu kendi de bilmiyordu.

O duâ bebeği idi.

Duâların bebeği İkbal Yiğit bu şekilde yaşıyor, “Kaybedebiliriz, bu gün daha iyi, siyonozu var, konvülziyon oluştu, entübasyon kanülünde üreme var, kanda üreme yok...” derken üç ayını doldurdu içeride.

Anne yoğun bakım kapısında, baba medikalcıdan medikalcıya koştururken, kaderin kıvrımlarında dolaştılar. İthal mama istendi, getirtti dostlar, ithal ilaç denildi, korsan yolları zorladılar. Sabırla beklediler.

İşte, bebeği kucağında idi. Sütünü verdi. Giydirdi onu. Konuştu, şarkı söyledi. Hemşirelerin:

“–Bebeğinizin yanında sizden konuşuyorduk. Oğlunuz bunu hissetmiş olmalı ki, o anda gülümsediğini gördük,” sözleri her zaman kulağında idi. Bu ne güzel bir duygu Allah’ım.

Çıkacaklar artık hastaneden, son birkaç test. Kalbinde bir sorun olmasından şüphelendikleri için ekokardiografi çekilmesi gerekiyor. Sonuç tam bir hayal kırıklığı. Yine hıçkırıklar. Minik oğlunun mor dudaklarının, mor tırnaklarının, oksijen bağımlılığının anlamı “Fallot Tetrolojisi” denilen bir hastalık idi. Tedâvîsi var mıydı? Yaşar mıydı oğlu?

* * *

Ankara, soğuk şehir. Genelde âmire memur olunan bir sistem vardı bu kentte. Bir sürü engelleme ve zorluklardan sonra nihayet hastaneye yatabilmişlerdi. Ancak boş bir yatış olduğunu bebeği ciddî bir hastane enfeksiyonu (sepsist) kapıp da ölümle burun buruna gelince anlamıştı. Kanında enfeksiyon üremişti. Defalarca kalbi durdu, yine çalıştı. Sanki “Dayan anneciğim!..” dercesine direniyordu. Uykusuz, sırf gözyaşlarıyla süslenen duâlı geceler, nihayet gündüze ulaştırdı onları. Üç haftalık bir tedâvîden sonra iyileşmişti bebeği.

Yine umut yeşerdi gönlünde. Karanlığın ardından, yine güneş doğdu. Kucağında üçbuçuk aylık oğlu, kalbi delik de olsa, bir sürü damar arızaları da olsa; şu an iyiydi, yaşıyordu ve evlerine gidiyorlardı. Sanki bütün tehlikelerden, adını bilmediği bir sürü hastane enfeksiyonundan korunacaktı evlerinde. Her şey küçük oğula göre hazırlandı. Ona göre program yapıldı. Geçmiş olsuna gelenler, kapıdan “merhaba” dediler. Dostlar yanına maske ile girdiler. Çocuklar:

“–Teyzeciğim, ellerimizi yıkadık, ben iyileştim, burnum akmıyor, dokunabilir miyiz artık!..” derken, onun hassasiyetini o kadar iyi anlamışlardı ki...”

Ne güzel günlerdi o günler, ne özel...

Sonuçta bir gerçek vardı. Oğlunun küçücük kalbindeki kocaman delik kapanmıyordu, damarlarındaki arızalar düzelmiyordu. Parmaklar hâlâ mor, dudaklar pembeleşmiyordu.

“–Ameliyat!” diyorlardı. Gerekçesini anlatırlarken kaybetmekten de söz ediyorlardı. Bu tip ameliyatların başarı ile yapıldığını, ancak bazı komplikasyonların da gözardı edilemeyeceğini öğrenince ne yapmaları gerektiğini uzun süre düşündüler. Ne kadar zor bir karardı...

* * *

Yine Ankara’dalar. Önce anjiyo, birkaç ay sonra ameliyat...

O ne zor bir bekleyişti Allah’ım. Ne büyük bir korku. Beterin beteri var, acının acısı. O ameliyatın başarılı geçmesi için neler verirdi. Ama makas veremez, bıçak tutamaz. Burada çaresizsin anne, başka ellere muhtaçsın. En küçüğünden ameliyat önlüğünü kendisi giydirmişti oğluna. Ameliyathâne kapısına kadar babasının kucağında gitmişti. Arkadan baktığında bakışlarından aldığı mânâ canını çok acıttı, içeriye birlikte girdiler. Bir süre sonra İkbal Yiğit’ini, canını, cânânını, hayallerini, umutlarını, “ba-ba”, “ba-ba”, “ba-ba” sesleriyle Doktor Z. Hanım’a teslim etti.

Beklediler, yine beklediler, iyi haber gelmesi için yürekten duâ ettiler. Korkudan tir tir titrediler. Ne olur Allah’ım, ne olur... Başarılı bir ameliyat sonrası kısa sürede iyileşecek ve hemen, bu soğuk şehirden döneceklerdi sıcak evlerine.

Yürütecine binip takır takır koşacaktı odanın içinde. “Ayah ayah” (Allah Allah) sesleri kulaklarında çınlarken “geçmiş olsun, iyi geçti” dedi, ameliyatı yapan doktor.

“–Biz ameliyattan ziyâde sonraki komplikasyonlardan korkarız!..” sözünü çok da önemsememişti. Basit bir ayrıntı gibi gelmişti ona. Artık sadece ayılmasını bekleyeceklerdi. Bekledilerse de olmadı işte. Oğulları uyanmıyordu. Ne anne çağrılıyordu, ne de baba yoğunbakıma.

Ameliyatın üçüncü saatinden itibaren böbrek ve karaciğer yetmezliğine girmişti. Can koptu canından, dizlerinin bağı çözüldü. Bu yolculuğun bittiğini hissetti bir ân, anneliğin vermiş olduğu duygularla. Küçük oğlu on altı aydan sonra yorulmuş muydu? Bırakacak mıydı onları? Ağladı, sızladı, yalvardı.

Hayatı boyunca yapmadığı duâları o bir haftaya sığdırdı. Duâların bebeği idi o. Yalvarmalarına cevap verilmeli idi.

“–O senin hediyen!..” diyordu da vermeyi düşünmüyordu. Tekrardan bir dönüş istiyordu. “Bebeğinizin olması tıbben mümkün gözükmüyor!” dediler, oldu. “Hamilelik devam etmez!” dediler etti. “Yaşaması zor!” dediler, yaşadı. “Kurtulur!” dedikleri ameliyattan mı kurtulamayacaktı…

* * *

Neden sonra tekrar makinelere bağlanan yavrusunu organ yetmezliğine giren küçücük bedeninin ödemden dolayı nasıl büyüdüğünü, kurumuş dudaklarını görünce sustu. Acı çeken kalbiyle sustu. Gözyaşları ile sustu. Anne yüreği ile sustu. Yolun sonuna gelmişlerdi. Teslim olma zamanı idi.

“–Allah’ım, oğlum için Sen’den hayırlısını diliyorum. Onun için en iyisini, en güzelini, en doğrusunu Sen bilirsin. Ona yardım et. Ona iyilik ver. Onu kurtar.”

Tam on altı buçuk aylıktı. O çok mâsumdu. Çok güzeldi o. Çok cesur ve sabırlı, çok bereketli bir çocuktu ki, arkasından iki kardeşinin hiçbir tedâvîye gerek kalmadan gelmesine vesîle oldu.

Onca rahatsızlığına rağmen kendisine verilen hayata öyle bir sarıldı ki, hemşiresinden doktoruna, ailesinden akrabalarına kadar çevresindeki herkese örnek oldu.

Duâların bebeği idi o.

Bir ilkbahardı, haber gönderdiğinde,

Kapımızı çaldığında mevsim sonbahar…

Minicik hâlinle kalbimize dokunmuştun bir kere

Bırakmazsın umardık, içimizdeki korkuya rağmen

Nereden bilirdik vedâ edeceğini bir kış gününde

 

Seni çok sevdik. Duâ idin dilimizde

Seni çok özledik,

Kavuşur muyuz mahşerde?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle