Geçmişin Ve Geleceğin En Şerefli Anne Ve Babası

Hz. Amine ve Hz. Abdullah

Mekke’de bir sabah…

Tıpkı Abdullah’ın yani babaların en şereflisinin doğumundaki heyecanı, sevinci, gururu yaşıyordu yeryüzü…

Günlerden beri Kureyş halkına bir durgunluk gelmiş, bir an için sefahattan, içkiden, kumardan, zinâdan ürkmüş bir hâle bürünmüşlerdi. Herkes birbirine bunların ve daha pek çok olayın sebebini soruyor, ancak kimse tam bir cevap veremiyordu.

Zühreoğullarından Vehb’in konağında bir telâş vardı. Konağın içi, avlu, arka bahçe misafirlerle doluydu. Çünkü Vehb’in zevcesi Berre, odasında doğum sancılarındaydı.

Mübârek doğum sebebi ile bahçede şenlikler düzenleniyordu. Zaman zaman soy bilginleri kendilerini göstererek;

“-Ey Kureyş! İçeride doğumunu beklediğimiz çocuğun annesi, Zühreoğullarından  Vehb’in ailesidir. Atalarında zinâdan hâsıl olma kimse yoktur…

Adı Berre’dir. Anne soyu şöyle gider. Berre-Ümmü Habib-Berre-Kilâbe-Ümeyme-Dûb-Müdrike.”

“-Doğacak çocuğun baba soyunu merak ediyorsanız dinleyin ve ezberleyin: Vehb-Abdi Menaf-Zühre-Kilâb…”

Kilâb’ta Vehb, Haşimoğulları soyunda birleşirler.

Soy bilginleri, bunları boşuna söylemiyorlardı. Tükettikleri nefes karşılığında kendilerine bahşişler, armağanlar, hediyeler veriliyordu.

Yeryüzünün küçüğünden büyüğüne kadar bütün varlıkları engin bir saygı içinde seviniyordu.

Sanki melekler doldurmuştu Mekke’yi…

Vehb’in sabırsızlığı ve telâşı giderek artmış, mübârek doğumu beklemeye başlamıştı.

Ve beklenen haber…

 “-Ey atalarım!.. Hasta kurtuldu. Bu öyle bir bebek ki, O’na bakmaya doyulmuyor!..”

Çocuğun doğduğunu duyan Vehb, sevincinden ne yapacağını bilemiyordu…Uzaktan O’nun böylesine neşelendiğini izleyenler, hayretler içinde kalmış;

“-Bir kız çocuğu için sevinmek, görülmüş, duyulmuş şey değil!..” diyorlardı.

Doğumuyla beraber, adı “Âmine” olarak konuldu. Kâinâttaki sevinç o kadar büyüktü ki, bir ay böyle devam etti ve sonra herşey normale döndü.

* * *

Zaman ilerliyor, cehâlet ve zulüm gitgide yayılıyordu. İnsanlar içki, kumar, zinâ… kısacası nefislerinin emrettiği herşeyi yapıyorlardı.

Hazret-i İbrahim ve İsmail’in tebliğ ettiği tevhid inancı, neredeyse unutulmuş gibiydi. Puta tapıcılık yaygınlaşmıştı. Öyle ki, artık her kabilenin, hatta her ailenin kendine ait bir putu vardı.

Kureyş’in liderliği ve Kâbe’nin hizmeti hâlâ Abdulmuttalib’e âitti. Ahlâkı, adâleti, cömertliği ve zekâsı ile o, Kureyş’in sapıklıklarından uzak duruyordu. Böylelikle o, Kureyş’in gözünde pek büyümüştü. En asîller bile ona; “sahibiniz”, “başkanımız”, “zemzemin bulucusu” gibi isimlerle hitap ediyordu.

En küçük oğlu Abdullah bile yirmisini aşmış; diğer kardeşleri içerisinde ahlâklı, cömert, çalışkan, itaatkâr, örnek bir genç olmuştu. Abdülmuttalib on oğlu içinde bilhassa O’nu bambaşka bir sevgiyle seviyordu. Yalnız o değil, bütün Mekke, Abdullah’a karşı meyilliydi. Hele kızlar, kadınlar… Alnındaki nûra sâhip olmak için akla durgunluk veren hîlelere başvuruyorlardı. Bunların en başında da Rukiyye vardı. Evlenmiş, Kattal isminde bir de kızı olmuştu. Ama yine de Abdullah’ın alnındaki o nûrdan vazgeçmemiş; ona her rastlayışında nûru kazanmak maksadıyla Abdullah’ı zinâya teşvik etmişti. Abdullah ise ahlâkının verdiği hayâ duygusu ile her defasında onun yanından koşar gibi hızla giderdi. Öyle ki, Allah’tan bir rahmet olarak verilmiş olan alnındaki bu nûr, Ümmü Kattal’dan uzaklaşıncaya kadar kararırdı.

Abdulmuttalib’in Abdullah’a olan muhabbeti o kadar ziyâdeydi ki, ne zaman onun yüzüne baksa Abdullah’ın bakışlarındaki hüznü görür içlenirdi. Yeryüzünde yapacak, kavuşacak bir arzusu yok gibi şarap içmez, gençlerin eğlencelerine katılmaz, hep çalışır, kazancını yoksullara dağıtırdı. Ondaki bu mâsumluk, yıllar önce zemzem kuyusu başında yaptığı adağı hiç aklından çıkartmamıştı.

* * *

Seneler önce zemzem kuyusunu kazarken Kureyş, bunda kendilerinin de hakkı olduğunu söylemiş, Abdulmuttalib ise gördüğü bir rüya üzerine, bu benim nasibimdir diyerek onlara karşı gelmişti. Kureyşliler ise onu alaya alarak:

“-Bir evlâdınla bize karşı koyabileceğini mi sanıyorsun?” demişlerdi. İşte tam o ân Abdulmuttalib:

“-Adağım olsun ki, on oğlum olursa bunlardan birini kurban edeceğim!” diye yemin etmişti.

Nihayet Cenâb-ı Hak, Abdullah ile birlikte ona on oğul ihsan buyurmuş, o ise adağını yıllarca te’hir etmişti. Artık bir evladını kurban etmesi gerekirdi. Yoksa Abdullah’ın yüzünde gördüğü bu hüzün, adağını geciktirdiğinden mi kaynaklanıyordu?!

İşte bütün bunlar Abdulmuttalib’in zihnini meşgul ederken, yakın arkadaşı Vehb ziyaretine geldi. Eskiye dayalı kuvvetli bir dostlukları vardı. Üstelik kızı Âmine tıpkı Abdullah’ın ahlâkındaydı. Güzelliği ve yüzündeki mâsumiyet dillere destândı.

Mekke’nin asîl gençleri, onunla evlenmek için pek çok şeyler fedâ etmiş ancak o her defasında:

“-Daha baba evini terk etme zamanım gelmedi!” diyerek hepsini reddetmişti.

İki arkadaşın sohbeti bir hayli derinleşti. Öyle ki, ilerleyen zaman içinde Abdulmuttalib bir derdini Vehb’e açtı. Bu seferki sıkıntısı pek büyüktü. Hatta aylardan beri huzurunu kaçıran belki de bu olaydı.       

Zira gece-gündüz çalışmalarıyla Kureyş’i pek ileri götürmüş, Kâbe hacılarla dolup taşmıştı. Kervan yollarını emniyete aldığından ticaret yolları peşpeşe akıp giden kervanlarla âdetâ tıkanmıştı. Bu durum karşısında Hicaz’a dokunulmazlık tanıyan devletler dahî onu ele geçirmek için gizlice yarış hâlinde idi.

Özellikle Yemen vâlisi hristiyan Ebrehe, insanların gönüllerinde taht kuran Kâbe’yi kıskanmış, Roma ve Habeş hükümdarlarının yardımı ile hacıları başşehir San’a’ya çekmek için, bir kilise yaptırmıştı. Kiliseye renk renk kıymetli taşlardan putlar diktirmiş, sonra Arap kabilelerini oraya hacca çağırmıştı. Birkaç kişi gelmiş, bir müze gibi ziyaret edip gitmişlerdi. Bu durum Ebrehe’nin Kâbe’ye olan nefretini artırmıştı. Ebrehe’nin bu nefretini duyan Nufeyl isimli bir Arap, gizlice kiliseye girmiş ve onu pisletmişti. Bu ise Ebrehe’yi çileden çıkarmış ve Kâbe’yi yıkmak için aradığı bahâneyi bulmuştu.

Vehb, duyduklarına inanamıyordu. Demek, Abdulmuttalib’in sıkıntısı buydu. Lâkin onda Kâbe’ye bir zarar geleceği konusunda herhangi bir  tereddüt göremiyordu. Bir şeyler bekliyor gibi duran tavrıyla olacaklara tamamen teslim olmuş gibiydi. Zaten şu an beklemekten başka yapacak bir şey yok gibiydi. Vehb ondaki cesareti seviyordu, ancak hayretini gizleyemedi ve sordu;

“-Bunlar seni korkutmuyor mu dostum?.. Bir şeyler düşünmeyecek misin?”

Abdulmuttalib, bu soruya önce gülümsemekle cevap verdi. Daha sonra ise o eşsiz, mânâlı cevabı verdi;

“-Kâbe’nin Rabbi onu da, bizi de korur dostum…”

* * *

Abdulmuttalib, uzun süre düşündükten sonra adağını yerine getirmeye karar verdi. Eğer adak, Abdullah’a denk gelmezse, onu evlendirecekti. On oğlunu topladı, her birine ayrı ayrı baktı, hâl-hatırlarını sordu ve onlara yıllar önce yapmış olduğu adaktan bahsetti. Bütün evlatları adağın yerine getirilmesine râzıydı. Kimin kurban edileceğine ise kura ile karar verilecekti. Nihayet kur’a çekildi… Abdullâh’ın adı çıkmıştı, kur’ada…

Abdulmuttalib’in bakışları Abdullâh’a çevrildi, âdetâ yüreği ağzına geldi. O’nun o mâsum hâli, gözlerini dolduran hüzün, Abdulmuttalib’i ağlamaklı etti. Lâkin çaresizdi… Adağını yerine getirmeliydi. Bu sebeple Abdullah’ı yanına alarak Kâbe’nin yolunu tuttu. Bu durum, kısa sürede tüm Mekke’ye yayıldı. Ancak insanlar bu olanlara hiçbir anlam veremiyordu.

Bir ara yol üzerinde ilerlerken Rukiyye yavaşça Abdullah’a yaklaşarak;

“-Ölümünle alnındaki o nûr uçup ziyan olacak. Bilirsin ki, küçüklüğümden beri onu senden hep isterim. Etme ey Abdullâh, gel bu gece benimle kal. Böylelikle nûr bana geçer, ziyan olmaktan kurtulur!..” dedi.

Abdullah bu konuşmadan iğrenmiş, adımlarını sıklaştırarak oradan uzaklaşmıştı.

* * *

Nihayet Kâbe’nin yanına varmışlardı. Ancak hiç kimse Abdullâh’ın kurban edilmesine râzı değildi. Kureyş’in ileri gelenleri durumu öğrenince bir de kâhinlere danışılmasını talep ettiler. Belki de Abdullâh’ın kurban edilmesine gerek kalmazdı. Bunun üzerine Habeşistan’da yaşayan kâhin bir kadına gidildi. Kadın onları dinledikten sonra:

“-Sizde kan pahası ne kadardır?” diye sordu. Onlar:

“-On devedir.” cevabını verince, kâhin kadın devam etti:

“-O hâlde memleketinize dönün. On deve ve Abdullah için kur’a çekin. Kur’a ya Abdullah’a ya da develere çıkacaktır. Eğer kur’adaki ok develere çıkarsa, onları kurban edin, Abdullah’a çıkarsa tekrar on deve ilâve edin. Bu iş böyle devam etsin, tâ ki kur’a develere çıkıncaya kadar… Abdullâh ancak böyle kurtulur ve adak da yerine getirilmiş olur.”

Abdulmuttalib bu çareye çok sevindi. Tek derdi Abdullah’ı kurtarmaktı. Bunun için bütün develerini kurban etmeye hazırdı. Tekrar Mekke’ye dönüldü ve kur’a başladı.

İlk kur’a, Abdullah’a çıktı. Develer on tane daha artırıldı. Sonra yine Abdullah’a çıktı. Bu hâl develer yüz adet oluncaya kadar sürdü. Yüzüncüde kura develere çıktı ve böylece Abdullah kurtuldu.

Ancak Abdulmuttalib’in içi tam rahat etmedi. Üç kere daha kur’a çektirdi, üçü de develere çıkınca gönlü rahatladı. Develer kesildi, Mekke yoksullarına dağıtıldı.

Kuradan hemen sonra, önceden kararlaştırıldığı üzere Abdulmuttalib, yakın arkadaşı Vehb’in evine gidip kızı Âmine’yi, Abdullah’a istedi. Teklifin kabul edilmesi üzerine Abdullah ile Âmine’nin nikâhları kıyıldı.

Âdet olduğu üzere Abdullah, Vehb’in evinde üç gün kalacak, evlenecek ve sonra düğünleri yapılacaktı…  (Devam Edecek)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle