Gerçek Özür Ne?

Tevekkülün Böylesi

Küçük kız; bir kaza sonucu bitkisel hayata giren ve etrafa boş gözlerle bakan babasının yanına gelir ve gözü yaşlı annesine sorar:

“-Anneciğim, babam bir daha bizimle oyun oynamayacak mı?”

Annesi:

“-Hayır.” der.

 Küçük kız sormaya devam eder:

“-Bizi pikniğe, alışverişe götürmeyecek mi?”

Annesi:

“-Hayır!”

Küçük kız:

“-Bizimle yemek yemeyecek mi?”

Sorular çeşitli, ama cevap aynıdır hep:

“-Hayır, hayır!..”

Anne:

“-Yavrucuğum, baban artık hiçbir şey yapamayacak!”

 Birden mahzunlaşır küçük kız. Olanları anlamaya çalışırken gözlerini babasından ayırmaz ve biraz sonra, küçük kız heyecan ve sevinçle bağırır.

“-Ama anne, babam hâlâ gülümsüyor ve nefes alıyor!..”

(Rabbimiz, unuttuğumuz nîmetleri, geri almadan önce hatırlamamızı ve şükretmemizi nasip etsin!)

* * *

Yazıma, unutmamaya çalıştığım bu hikayecikle ve duâyla başlamak istedim.

Yaratılmışlar olarak hepimiz, Yüce Rahmân’ın “ahsen-i takvîm: en güzel şekil” üzere yarattığı varlıklarız.

Üstünlüğümüzün; mal, beden, ırk ve cinsiyetlerimize göre değil, îman ve amellerimize göre belirleneceği ebedî yurtlarımıza hazırlık yaptığımız şu dünyada, insanları, özürlerine göre ön yargı ve kötü muâmeleyle küçük görüyor, dışlıyoruz.

Ülkemizdeki 8,5 milyon özürlünün kendisi, yakını ya da adayı değil miyiz?

Musa Topbaş Hazretlerinin:

“-Rüyada yaşar gibiyiz, âhiretle uyanacağız!” dediği dünya hayatında sahip olduğumuz neyin gerçek sahibiyiz?

Hiçbir insanın iç âlemi, -göremediğimiz için- dış görünüşü gibi değildir. Her insan, Şeyh Gâlib’in: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen” dediği âlemleri içinde taşıyan üstün bir varlıktır. Ama görmesini bilene!..

Yaratılıştan gelen ya da bir kaza sonucu oluşan, bedensel ya da zihinsel özürler Rabbimizin takdîri, bizlerin imtihânıdır.

İster şahsen özürlü olalım; ister bir özürlünün yakını, isterse çok uzağında olalım, fark etmez. Hepimiz; yaşanan sıkıntıların içindeyiz. Çünkü insan olarak, müslüman olarak, aynı bedenin tuğlaları olarak, bîgâne olamayız; görmezden, duymazdan gelemeyiz!.. Eğer gelirsek biz de kendi kendimizi özürlü, kör, sağır yapmış olmaz mıyız?

Nedense, âmâlara acırız da, kalbi körlere acımayız!..

Dilsizlere acırız da, hakkı söylemeyenlere acımayız!..

Sağırlara acırız da, işine gelmeyeni duymayanlara acımayız!..

Aslında çoğumuz, kendi kendimizde özürler oluştururuz, ama farkında olmayız.

Haddi aştığımızı bilmez, özürlülerin yaşayıp yaşamamasına bile karar vermeye kalkarız. Doğumdan önce özürlü olduğu belirlenen çocukların aldırılmasına, doğmuşların tez zamanda Hakk’a kavuşmasına dâir isteklerde bulunuruz.

 

Niçin İstemeyiz Özürlüleri?

Özürlü insanların yaşayıp yaşamamasına karar verirken nelerden etkileniyoruz? Bir zamanların zâlim diktatörü Hitler gibi “üstün ırk” mı istiyoruz? Yoksa onların hayatını kolaylaştıracak ortamlar hazırlamak mı istemiyoruz? Eğitimleri “zor” diye, “pahalı” diye mi? Hangi eğitim “ucuz”.

Sabretmek, dayanmak “zor” diye mi? Hayatta “kolay” olan ne var ki? Ama en önemlisi, “atomun parçalanmasından bile zor olan, ön yargıları silebilmek!..”

Özürlü bir çocuk sahibi olmak, tabîi ki, hiçbir âilenin isteği olamaz. Ancak çocuk özlemi içinde, hatâen yanlış duâ etmiyorsanız; hâmileyken bile bile çocuğu etkileyen sigara, içki vb. kötü alışkanlıklardan vazgeçmiyorsanız!..

Özürlü çocuğu olan bir anneyle karşılaştım.

“-Bu çocuğun özürlü olmasına ben sebep oldum! ” diyordu. Bu ibretli hâdiseyi sizinle paylaşmak istiyorum.

 

Duâların Gücü

Yıllarca çocuğu olmamış binlerce hanımdan biriydi o...

Her yuvayı canlandıran, ısıtan, umudu olacak bir yavru istiyordu. Artık çevresinin kınamalarından bıkmış, eşine dostuna her baktıkça yüreği kanayan, kendisini işe yaramaz hisseden Hatice hanım evlat özlemiyle:

“-Rabbim! Taşa bile can verirsin, bana bir evlat ver! Yeter ki, nefes alan bir et parçası olsun!..” deyivermişti can havliyle yaptığı duâda…

45 yaşına geldiği zaman bir çocuğu olacağını öğrenmişti… Ama çocuğun «down sendromlu» olacağı kendisine söylendiğinde, umursamamıştı bile.

“-O ne ki, benim yavrum olacak!.. Bu bana yeter!..” demişti.

Yavrusu doğduğunda mutluluğuna diyecek yoktu. Bir oğlu vardı. Ve Hazret-i İbrahim ilerleyen yaşına rağmen oğlu Yahya doğduğu için, “İbrahim” konmuştu adı.

Diğer bebeklerden farklı görüntüsü ortaya çıktıkça, çevrenin sözleri Hatice hanım için yeni bir hayal kırıklığının başlangıcı olmuş.

“-Allah sana bunu lâyık gördü.”

“-Kimbilir ne günahınız vardı ki, Allah size böyle bir cezâ verdi.”

Yani bir özürlü çocuk sahibi olmak ceza mı?

Ben buna mı lâyığım?

Yoksa duâlarımın cezâsını mı çekiyorum?

“-İnkar-isyan arasında gidip geldim!..” diyor, Hatice Hanım.

“-Mâdem ki, «bir günahımın bedeli» deyip, bu günahı herkesten saklamalıyım düşüncesiyle 6 yıl dışarı çıkmadım ve evlâdımı herkesten sakladım. Doktora bile gece götürdüm. Ne yazık ki, kendimi boşuna üzmüşüm. Benim yavrum özel eğitim alabilir ve eğitilebilirmiş. Konuşabilir, okuyabilirmiş. Hattâ akranlarıyla aynı sınıfa bile gidebilirmiş. Eğer ben bilinçli bir anne olsam ve başka sözlere kulak vermeyecek kadar güçlü olsam, yavrum daha iyi durumda olabilirmiş. Geçen yıllarıma üzülerek, kendime eziyet ederek geçirdiğim zamana acıyorum.”

Hak’tan gelen eksiklik değil, imtihandır. Ama bizim sözlerimiz, davranışlarımız… İşte bunlar gerçek özürdür.

Bizim özrümüz!..

İşte hesap da bu özürlerden dolayı verilecektir.

Bu çocuklar, sağlıklı çocuklarımız gibi dünya yatırımı, sermayesi olamıyor. Dünyalarımız, âhiretin önüne geçtiği için bu zor geliyor çoğumuza.

Özürlüler merkezinde görev yapan bir psikologun şu sözleri yürekleri burkmuyor mu?

“Çoğu özürlü çocuk hastalandığı zaman, nezle, grip vb. âileleri bakmıyor, ilaç vermiyor, ölsünler diye soğuk odalara kapatılıyor. Çocukların hastalığı ilgisizliğin ve sevgisizliğin de etkisiyle daha da artıyor. Bu yüzden,  bizim eğitimimiz daha çok âilelere yönelik oluyor.”

* * *

Ne olursa olsun bu âilelerin îmân, eğitim ve ihtiyaçlarından da sorumluyuz. Şüphesiz ki hiçbirimiz, hepimiz kadar güçlü değiliz.  Merhamet gereklidir, ama yetmez.

Özürlüler acınmak değil, anlaşılmak ister.

Her insanın zaman zaman desteğe ihtiyacı vardır. Özürlü ve yakınlarının da... Eğer duygularımız icraata dönüşmüyorsa, hele de bizim enerjimizin boşuna harcanmasına sebep oluyorsa bir anlamı yoktur. Zaten özürlülere de faydası yoktur.

Bedensel farklılığı sebebiyle incitmeyeyim, görmezden geleyim diye ona doğru bakmadığım bir öğrencim, dersin bitiminde yanıma geldi ve:

“-Öğretmenim beni fark etmediniz mi, ben özel bir çocuğum. Ben farklılığımı size anlatayım ve tanışalım!..” diyerek bana kendisini tanıtmıştı.

Bu çocuk özürlüydü ama müthiş bir âilesi vardı ve onu sevgiyle bağırlarına basmış, tüm imkânlarını, bu çocuğun mutluluğu ve geleceği için seferber etmişlerdi. Onu, hayatta karşılaşacağı tepkilere (Sen özelsin! diyerek) hazırlamışlardı. Aslında her şeyin değeri bizim onlara verdiğimiz değerlerle belirlenmiyor mu?

Yaptığımız yemek, özendiğimiz kadar güzel,

Sevdiğimiz insanlar, sevdiğimiz kadar sevimli….

Değer ölçülerimiz, yaşadığımız kadar parçamız olmuyor mu?

Bizim verdiğimiz değer; çevremizdekileri, davranışlarını, düşüncelerini etkilemiyor mu?

Giderilemeyecek özürlere tevekkül ve sabır gerekir. Ama anlayış ve iletişim özürlülere ne diyelim?

Sevgisizlikten, sevmeye,

Olumsuz bakış açısından, olumluyu görmeye,

Hakaretten, iltifatlara,

Somurtmaktan, gülümsemeye,

Küfretmekten, şükretmeye,

Kabalıktan, nezâkete,

Konuşmaktan, dinlemeye,

Atâletten, çalışkanlığa,

Hodgâmlıktan, diğergâmlığa

İnkârdan, îmâna

Kibirden, tevâzua,

Edepsizlikten, edebe geçemeyenlere ne diyelim?

Bu özürler kimin?

 

Servet Öztürk

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle