Tedbir-İ Mekândan Tebdil-İ Mekâna

Ne yapıyorsunuz, ben ona ne kadar emek verdim, o örtüyü işlemek için ne kadar zaman harcadım, göz nûru döktüm?! Uykumdan bile fedâkârlık ettim, hattâ ipin rengi biraz farklı olmuştu da bir ton açığını bulmak için çarşıya gittim, işlediğim yeri söktüm, hep daha güzel olsun diye… Bitirdikten sonra da kullanmaya kıyamadım, gerçekten de çok güzel oldu. Hadi masanın üzerine serdim diyelim, ya dikkatsiz birisi su veya çay dökerse, onca emek yok olacak!..

“-Daha iyi mobilyam olursa, çocuklarım büyürse, o zaman kullanırım!” dedim, yıllarca çekmecelerde jelatinlerin içinde kaldı, şimdi siz onu alelâde bir şey gibi atıyorsunuz!.. Kıyafetlerim ne kadar da çok değil mi? Hangisini ne zaman aldım, ne zaman giydim, ben de bilmiyorum. Yazın aldım, kışın giyerim diye; kışın aldım, yazın giyerim diye… Bazıları dolabın bir kenarında kaldı, bir yere giderken de doğru dürüst bir şeyim yok diye öfkelendiğim bile oldu. Hepsini poşete mi dolduruyorsunuz?!

Ama bazıları markaydı ve bayağı para da vermiştim! Hani modaydı da, bari kıymetini bilen birilerine verin, beni ansınlar!.. Her kıyafetime uygun eşarplarım da var, fularlarım da… Bazen arkadaşlarım görürdü de:

“-Mağaza aç bari!..” derlerdi.

Her gördüğüme heves etmesem, bu kadar olmazdı belki…

Ayakkabılarımdan ne istiyorsunuz? İçinde çok yeni olanı da var, kampanyadan aldım. İçi-dışı deri, çok giymedim, modası geçti; vermeye de kıyamadım.

Ayy dolaptaki kumaşlarımı da mı vereceksiniz?! Belki onları değerlendirirdim, ne zaman bilmiyorum ama, dursalardı ya… Belki bir terzi bulur ya da birisine verirdim, veremedim ama...

Takılarım da az değil hani, kendi beğenip aldıklarım ya da düğünde takılan, eşin-dostun hediyeleri... Değerli olanı da var, ucuz olanı da… Ara sıra görsünler diye takıyordum, bazen de sıkılıp model değiştiriyor, bazen birisine verdiğim de oluyordu.

Eşyalarım da dört dörtlük değil!.. Kaç yıllık evim, ama birini eskitmeden diğerinin modası geçiyor. Pek moda takip etmedim, ama almadan da olmuyor ki canım… Geçen yıl avizeyi yenileyim dedim, eşim:

“-Daha öteki taksitler bitmedi!..” dedi.

“-Kredi kartıyla değil mi, öbürlerinin peşinden öderiz, ne olmuş sanki!..” dedim, pek râzı olmadı, ama ben yine de aldırdım, banyonun paspaslarının rengi biraz soldu yıkanmaktan… Ben de hemen kapının önüne koydum. Canım, o da küçük bir taksitle değil mi?!

Ama siz neden benim önemsediğim, emek verip göz nûru döktüğüm, benim için olmazsa olmazlarımı, günlerce, hatta yıllarca elde edemediğim için uykularımı hebâ ettiğim değer verdiğim şahsî eşyalarımı, bir an önce evden dışarı atmak istiyorsunuz?! Beni hiç mi sevmediniz, bana hiç mi değer vermediniz?! Ben sizin anneniz, kardeşiniz, arkadaşınız değil miyim? Hiç mi hatırım yok; bu acele, bu telaş niye?!

* * *

İşte şimdi yazıklar olsun bana, yıllarını, emeklerini beş para etmez şeylere değer veren harcayan bana… O göz nûrunu Kur’ân’a verseydin, anlasaydın, yaşasaydın ya... O Güzeller Güzeli’nin hayatını iyice öğrenip hayat rotanı ona göre ayarlasaydın ya… Hiç işe yaramayan boş şeylerle zihnini doldurup fikir hamallığı yapmasaydın ya…

“Yaşlanınca dolu testi su alır mı?”,

“Geç kaldın, geç!..”

Öğrendiklerin aklında yer etmedi ki, yaşlılık çook uzaktı senin için… Hiç gelmeyecek sandın. Yaz gelince sanki bir daha kış gelmeyecekmiş gibi gelir ya insana... Kış gelince de hep kış kalacakmış gibi...

O başkalarının çöp torbasına doldurdukları eşyaları, vaktiyle ihtiyacı olanlara verseydin elinle, belki ikrâma geçerdi, daha faydalı olurdu. Hem niye o kadar çok aldın ki?! Kendine alırken bir-iki tane de ihtiyaç sahiplerine alsaydın, duâlarını almış olurdun. Salyangoz bile geçtiği yerlere bir parlaklık, bir iz bırakır; sen, sen ne bıraktın ki arkanda?! Bir gönüle girebildin mi?!

Alaycı, menfaatçi, haset, içi başka, dışı başka insanlardan kendini koruyabildin mi? Gerçek dost bulabildin mi, seni Allah için seven, en muhtaç olduğun anlarda yanında olan kaç kişi var?! Sadaka-yı câriye olacak ne bıraktın? Evlat mı, ilim mi, eser mi, mal mı, hangisi?!

Neler gelip geçmiş dünyadan… Şâirin dediği gibi “eser bırakmayanın yerinde yeller eser”… Hiç iz bırakmamışsan, cismin gibi ismin de unutulur.

Eşin-dostun evine gelir gelmez hemen terliklerini çöpün yanına koyuyorlar; pek anlayamadım, ama bir mânâsı vardır herhalde... Kazakistan’da gelinin çeyizine kefen de koyuyorlarmış. Ne kadar gerçek!.. Hayatla ölüm iç içe... Fâniliği unutmamak için ne güzel bir uyarı.. .benim de kumaşlarımın arasında kefenim olsaydı, belki daha temkinli olurdum.

Televizyonu da değiştirmenin zamanı geldi, eskisini de öbür odaya koyarız. Yeni modelleri de çok şık!.. Bu yaz, yurt dışına gezmeye gidince ilk işim son model, en büyük ekran tv almak oldu, binbir zahmetle gümrükle uğraşıp getirdik.

Hava da hâlâ sıcak… hemen yazlığa geçelim dedik. Nasıl olsa kışın, gelir kurarız diye gittik. Bir ara şehre inince ne görelim, hırsızlar, canım televizyonumuzu çalmışlar!.. Nasıl da kıydınız, daha kutusunu bile açmamıştım!.. İnsafsızlar…

Her yıl zekâtımızı muntazam veriyorduk; e bu yıl, yurt dışı tatili biraz uzun sürdü, masraflar da ona göre… Ne acelesi var canım, elimize geçince verirdik. Zekâtı da hiç vermiyor değildik ya, galiba biraz yavaştan aldık, ondan oldu!..

Yeni diziler de pek heyecanlı, kendimi alamıyorum, bazen rüyalarıma giriyor. Bazen de beni meşgul ediyor, niye şöyle oldu, bakalım şimdi ne olacak, diye… Hani bir de ansızın gelen misafirler yok mu, şöyle ağız tadıyla bir dizi seyrettirmiyorlar. Sanki özellikle seçiyorlar o zamanı.

Ne geçti eline onları izlemekle, biraz kitap okusaydın ya?!

“Benim okuyup anlayacağım seviyede kitap mı vardı? Hepsi ağır bir dille yazılmıştı. Doğrusu bende fazla kafa yormadım, anlamaya gayret etmedim. Şimdi çoğaldı, ama ona da galiba ömür yetmedi, okuduğumu anlayacak hâlim kalmadı, yaşım ilerledi, her şey gençlikteymiş.

Hayır için yapılan kermeslerde ucuz kitaplar, tokalar, çocuk giysileri vardı, bayağı da ucuz…

“-Teyze, şunlardan alsana, senin de hayrın dokunsun!..” diyorlar.

“-Ama benim torunlarım büyük yavrum.” Diyordum. Oysa dışarıda o kadar çocuk var ki, onları sevindirsen olmaz mıydı?! İllâ her şey senin torunlarına göre mi olacak!..

Bunca yıl bu evin bekçiliğini yapmışım, oysa tapusu da benim üzerimeydi ve kapılarını da daha yeni değiştirdim. En kalitelisi olsun diye ne kadar da aradım. Yazlıkta bu yıl bir değişiklik mi yapsak veya inşaatla uğraşmayıp satsak da daha lüks bir yer mi alsak diye bayağı kafa yordum. Zaten fazla kalmıyoruz, ama yine de eşyalarım neden güzel olmasın ki… Eş-dost geliyor.

“-Dinlenme kabirde…” diyordu hocamız.

Biz, iki cenneti de burada yaşamak istedik herhalde… O Güzeller Güzeli -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in evinin kaç metrekare olduğu hiç aklıma gelmedi!.. Gözüm hep dubleks veya geniş terası olan evlerde kaldı. Sokakta yatan, evsiz o kadar çok insan var ki veya çok ucuz olan kirasını ödeyemeyen... Kendi hevâ ve hevesimizden biraz kısıp kitap-kalem alamayan öğrencilere, dolmuş parası bulamayıp yağmurda, karda yürümek zorunda kalan yaşlılara, çocuğu kantinden meyve suyu alamayıp annenin hazırladığı şekerli suya bakarak:

“-Anne, bunun rengi, arkadaşlarımınkine hiç benzemiyor!” diyen anneye yardımcı olamadım.

Pazarda babasına muz ya da oyuncak satanları gösteren çocuğun elini aceleyle çekip onların yanından uzaklaşan babaya; bir simit alıp iki çocuğuna paylaştıran, her gün beslenme çantasına ne koyacağım diye akşamdan kaygılanan anneye; ayakkabısının önü açıldığı için annesinin ayakkabısının içine kağıt koyup koca ayakkabılarla okula giden çocuğa ve onun çaresiz annesine neden yardımcı olmadım? Çok mu pahalıydı?!

Yok canım, bir masa örtüsü kadar bile değildi. Arkadaşları kokulu süslü kalem silgiler, yaldızlı boyalarla okula gelen çocuğa, normal boya seti almak çok mu zordu? Arabayı alalı 7 yıl oldu, artık değiştirme zamanı geldi, bak herkes neler alıyor, bizim neden olmasın ki yeni model arabalardan? Ne güzel, e taksitleri de kolay cinsten…

Peki, yolda giderken yağmurda çocuğuyla bekleyen âileyi aldın mı? Üstü başı çamurdur onların, şimdi arabayı batırırlar. Hem nasılsa alışıktır onlar, canım! Biraz sonra dolmuş da gelir zaten...

Bu yatağı da yenilemenin zamanı geldi; şu model çok şık ve modern… Doktorlar da sağlık için çok elverişli olduğunu söylüyorlar. O iki çocuklu kadının yatağı yoktu, yer de beton; üst üste serdiği yorganlarda, çocuklarıyla yatıyordu, gördün değil mi? Soba veren olmuş, ama “Ne yakacağım ki?” diyordu. Biriketten yapılmış sıvası olmayan deliklerden dışarı görünen dükkândan ev hâline çevrilmiş odasında…

Sapasağlam geziyordun, ara sıra baş ağrıların, grip vs. aman ne kadar sızlanıyordun, oysa özel hastaneler, tanıdık profesörler vardı; birini beğenmezsen diğerine giderdin, sanki hastalık bulsunlar diye... Birer torba ilaçla dönerdin hani… Hastanede doğum yapmış, çocuğuna giydirecek elbisesi bile yok, eşi yanına gelmeye korkuyor, para isteyecekler diye!.. Çocuğa ilaç istiyorlar, nereden alayım diye sütü çekilen anneden haberin oldu mu? İçerdeki hastanın durumu kritik… Otele gitme imkânı olmadığı için hastane bahçesinde günlerce yatıp kalkan insanların bir ihtiyacını karşıladın mı? Ramazan’da bir tas çorba verebildin mi? Taburcu olup gidecek, ama yol parası olmayan insanların hâlinden anlamaya çalıştın mı? Sevgili Peygamberimiz, “Hastalarınızı sadaka ile tedavi ediniz.” buyurmuyor mu?

Hatırlasana, arkadaşın kendince bir program yapmış, anneler gününde bütün annelere; babalar günü gibi ithal günlerde bütün babalara Yâsîn okutmayı kendine görev bilmiş; bütün arkadaşları çağırmıştı da hocahanımın mazereti çıkmış, gelememişti. Okuyacak kimse yok! Zaten Türkçesinden takip ediyorlar, namaz kıldığımı bildikleri için bana, “Hadi oku!” demişlerdi. Haftada bir gün Yâsîn okuyan ben, çoluk çocuğa karışmış, dünyaya tam dalmışken başka sûreleri ne zamandır okumamıştım.

“-Ben yavaş okuyorum.” dediysem de başka çare yok, bana okuttular, ne kadar sıkıldım, zorlandım, ezildim; eh yine de başardım, ama kendime ne kadar kızdım. Fotoroman okuyuncaya kadar her gün bir sayfa okusaydım ya… Kur’ân nûrdur, uçup gitmesine az kaldı.  

Ne kaldı senden geriye?! Değer verdiğin her şey, ne kadar da değersiz şeylermiş!.. Onları karınca misali biriktirip yiyemeden, kullanamadan emâneti, evet, sana verilen her türlü emaneti gereği gibi kullanamadan, sana verilen mühlet doldu.

Dünya yolculuğun bitti, âhiret hesabını vermek için gişedesin. Yanında ne kadar çok “vâh”ların, “eyvâh”ların var. Seni daha evden çıkarmadan şahsî eşyalarını derleyip toplayıp bir an önce buradan uzaklaştırmak istiyorlar elbirliğiyle… Dostlarınla da yolların ayrılıyor bir bir… Önceden gidenler, senin yerine gitmediler, herkes kendi yerine gidiyormuş!.. Onlar sana örnek olmalı değil miydi, aynı şey benim de başıma gelecek diye…

Yakınlarının kimi gerçekten üzülüyor, kimisi seyretmeye gelmiş belli… Kimisi de ne konuşuluyor diye merakından geliyor. Seni karşılayanların uğurlayanlardan daha güzel olmalı değil mi?!

Bir film seyretmiştim, bir baba, hasta olan çocuğunu karlı bir kış günü sırtında köyden şehiredeki hastaneye götürüyordu. Çocuk, ölümü hissediyor ama tanımlayamıyordu.

“-Baba ölüm ne ki?” diye sordu. O da yutkunarak:

“-Ölüm, tebdil-i mekân yavrum.” demişti.

Çocuk ne anladı bilemiyorum. Evet, tebdîl-i mekân, ama elinde sermâyesi, gönlü güzelliklerle dolu olana...

Âh bu dünya derler ya, hani beni öylesine kandırdı ki…

“-Çocuksun, oyna!.. Bırak büyükler düşünsün, sen ye, iç, keyfine bak!.. Büyüyünce nasıl olsa her şeyi yaparsın!” dedi.

Genç olunca da:

“-Sen güçlüsün, güzelsin, bak etrafında seni ne kadar beğenen var, fazla tevâzû gösterme!.. Sen onlardan daha akıllı, daha becerikli, daha gösterişlisin, daha daha… Öyle yaşlıların her dediğine de inanma! Onlar sana baskı yapmak, kendi yapamadıklarını sana yaptırmak istiyorlar. Boş ver onları, kendi bildiklerin sana yeter! Daha önünde uzun yıllar var. Ne istersen yaparsın, Yeter ki kimseye boyun eğme!..” diye bana çok vaatlerde bulundu. Beni kendisine bağladı. Âdeta âşık etti.

Şimdi de beni boşamak istiyor; hastalıklarımı, yaşlanıp çirkinleştiğimi bahane ederek… Ama ben alıştım böyle yaşamaya, boşanmak istemiyorum. Ona öyle bağlandım ki, hatta beni mahkemeye vermiş, artık onu sevmiyorum diye... Oysa ben onu çok sevmiştim. Bu kadar vefâsız, acımasız, yalancı, hatır gönül bilmeyen, bana her istediğini yaptırdıktan sonra kapının önüne koyuveren… Dünya, âh dünya…

O kadar söylemişlerdi de inanmamıştım. Onun hakkında söyledikleri az bile… Nasıl da kulak tıkamışım, ama öyle iknâ edici bir üslûbu vardı ki, kanmamak mümkün değil. Evet, şimdi hakkımdaki kararı bekliyorum.

“-Uzun sürmez!” diyorlar.

Eşim, hayat arkadaşım, yıllarca bir yastığa baş koyduğum, hayallerimin prensi seninle geleceğe dair ne hayallerimiz vardı!.. Sabahlara kadar konuşa konuşa bitiremezdik. Konuştukça tat verirdi sanki… Rüya âlemi gibi bir kısmı oldu, belki geri kalanını da biz unuttuk… Zaten yıllar sabun gibi nasıl da eridi gitti. Bazen ufacık bir şeyden mutluluğu yakaladık, bazen de neden büyüttük olayları bilmem… Lüzumsuz uğraşları bırakıp sana ve çocuklarıma daha fazla zaman ayırsaydım ya, bilemedim. “Ayrılsak da beraberiz” şarkısı, adeta bizim içindi. İşte şimdi ayrılık vakti, sen yalnızlığı da hiç sevmezsin canım… Çocuklar da yuvadan ayrıldı, eh iyice yaşlanmadan… Nasıl olsa ben arkamda olanları görmem. “Kafana göre takıl.” diyorlar ya… “Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç…”

Eşlerden biri önden gider, diğeri de evlenmezse, cennete layık kullar iseler, orada tekrar buluşurlarmış. Cenneti hak edecek bir şeyler yapabildik mi bilmem. Sadece inandım demek de yetmiyormuş, icraat lâzımmış. Hani sana babamı rüyamda gördüğümü söylemiştim.

“-Babacığım, nasılsın, rahat mısın? Orada neler soruyorlar?” diye sorduğumda elindeki kayısıyı gösterip:

“-Bunun içini bile soruyorlar, ona göre hazırlık yapın. Ben rahatım, ama hiç kolay değil!” demişti de birkaç gün etkilenmiştim, ama sadece birkaç gün…

Bir gün nasıl olsa gideceğimi biliyordum, çok duydum, çok okudum, ama hep yarın yarın diye erteleyip hazırlık yapmadım. Daha yapacak çook işlerim vardı, sanki ben olmazsam olmaz gibi geliyordu. Nerde noktalanacağına ben karar veremem ki…

Hayatımda ne kadar keşkeler var, neredeyse her güne onlarca keşke düşüyor. Rabbimin emrettiği gibi bir hayat yaşasaydım, beki de bu kelimeyi hiç kullanmayacaktım. Kendimi sorgulayacak o kadar şey var ki… “Keşke” melekler sormadan evvel kendimi sorgulayabilseydim. Âh keşke…

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle