Hacı

Dünyalık elbiselerini çıkarıp ihramını giydi. Bu kar beyazı iki parça ihram, ona kefen iklimini hatırlattı. Hava biraz ayazdı. Üşüyordu. Mîkat mahallindeydi. Buranın havası, Kâbe’den daha sertti. Niyetlerin en temizinin yapılması gereken yerde olduğunun şuuruyla irkildi. Evet, o da hacca niyetlendi. Namaz kıldı. Zaten o, her ânında musallî olmanın gayreti içindeydi. Aşağı yukarı elli yaşlarındaydı, bu onun ağarmış saçlarından belliydi. Dilinde telbiye, elinde tesbih, nihayet ayakları kızıl kumlara değdi. Ona neydi ki dünyanın cazibesinden! Aklı Kâbe’deydi. İstikamet, yeryüzündeki o ilk mâbed! O mâbed ki, Allâh’ın evidir, Arz’ın kalbidir!

Yürüyordu. Yürüdükçe hayalleri uçuşuyordu. Murâdına ermek üzereydi. Ve işte Mekke’deydi. Allâh’ın izniyle Mekke’ye girdi. O an kalbi duracak gibi oldu. Bir solukta Beytullâh’a varacaktı. Önüne gelen herkese onu soracaktı. Bir yandan da Yûnus’un mısrâlarını okuyordu.

“Güzel Kâbetullah varayım sana.”

* * *

“Arayı arayı bulsam izini.”

Bülbül gibi şakıyordu şimdi... Beytullâh’ın 99 kapısı, ona açıktı. Selâm kapısından girdi. Selâm verdi; tekbir getirdi. Telbiyeyi bitirdi. Nihayet Beytullâh’ı gördü. Hamdolsun âlemlerin Rabbi’ne... Hamd, Kâbe’nin Azîz olan Rabbi’ne...

Nazlı bir gelin gibi süzülüyordu Kâbe. Sel gibi akan ezici kalabalığa rağmen her şey silindi gitti. Bir Kâbe kaldı bir de o… Rahmetin sağanak olup yağdığı andı. Duâ etmek zamanıydı. Fakat dili tutulmuştu. Sadece:

“-Allâh’ım!” diyebildi.

O an hıçkırıklara boğuldu. Gamı kederi kalmadı. Yıllardır hep bu anı beklemişti. Bir hayli zaman öylece hareketsiz kaldı. Arkadan:

“-Hacı, tarîk tarîk!..” diye bir ses işitti.

Bu, bir Sûdan’lıydı. O sırada kendine geldi. Acaba ne demek istemişti? Dilini bilmediği bu Sûdanlı, ona içten bir tebessüm gönderdi.

Tekrar Kâbe’ye döndü. Çok heybetliydi. Âdeta onu çağırıyordu. Haceru’l-Esved’in önünde durdu.

“-Bismillâhi Allâhu Ekber!” dedi ve tavafa başladı.

Kalabalığın arasına daldı. Elinde duâ kitapçığı, hem dönüyor, hem de okuyordu. Bir yandan da Beytullâh’ı süzüyordu. Her şavtın bitişinde ona biraz daha yaklaşıyordu. Mültezem’i buldu. Orada durdu. Kollarıyla Beytullâh’a sarıldı.

“-Allâh’ın evindeyim. Ne kadar çok günahım var.” dedi.

Her bir günahı gelip geçti gözünün önünden… Beyt’in sahibine açtı ellerini…

“-Geldim işte! Ey rahmeti bol Padişah! Cürmüm ile geldim Sana! Affeyle!..”

Yüzünü-gözünü Mültezem’e sürdü. O sırada yanında bir polis durdu:

“-Hacı, yallah!” diyerek hareket etmesini işaret etti.

Tavaftaydı zaten... O gün akşama kadar dönüp durdu. Yorgunluk nedir bilmiyordu. Okuyacağı duâları bile unutmuştu. Yalnızca döndüğünü biliyordu. Gönül kıblesinin yanı başında, Rabbi’ne dönüyordu. Her şavtın başında:

“-Bismillâhi Allâhu Ekber!” diyerek kendini Haceru’l-Esved’e tanıtıyordu.

Soluk soluğa dönerken bir ara gözleri Kâbe’nin üst kısmında parlayan oluğa takıldı.

“-Demek, Altınoluk bu!..” dedi.

Onu hep başkalarından duymuştu. Hemen altında durdu. Salıverdi rûhunu, onun altında duran Rasûl-i Ekrem’i ve mübârek ashabını düşleyerek... Bu arada Bilâl’in sesini duydu. Mekke’de ikindi vaktiydi. Ezân okuyordu Bilal... Bu ses, iliklerine kadar işledi. Kâbe genişledikçe genişledi. Namaz kılmaya başladı. “Allâhu Ekber” diyerek imama uydu.

Kendini 14 asır önce yaşayanlardan biri gibi hissetti. Hac vazifesini îfâ ediyordu. İmamın sesi, Harem’in dışına taşıyordu. Âdeta sahabîler namaza koşuyordu. O şimdi, 14 asır öncesini yaşıyordu. Kıraatte Rahman Sûresi okunuyordu. Kur’ân âyetleri, ilmik ilmik hücrelerini dokuyordu. Sanki bu âyetler, semâdan yeni iniyordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hira’dan yeni dönmüştü. Ashâbına bu âyetleri okuyordu.

“Rasûlullah’ta fânî olma” sırrına ermek vakti şimdi!.. Namaz kılmak vakti! Rabbe vuslat zamanı şimdi! Namazda kıyamdaydı. Başını kaldırıp baktı; Kâbe gönlüne aktı. Kalbi, Beyt’in sahibine dâim açıktı. Aradan her şey çıktı. Evi, yurdu, evlâd u ıyâl… Şu an bir çocuk gibiydi Rabbinin huzurunda, O’nun evinde…

“-Esselâmu aleyküm ve rahmetullâh.” dedi, namazdan çıktı.

Sahabe-i Kiram, evlerine gitmişti. Zaman içinde zaman yaşamış gibiydi. Derûnundan “Hû” sesi yükseliyordu. Safâ’ya yöneldi. Hacer Vâlidemiz gibi Merve’ye koştu. Say’ı bitirince Zemzem’le buluştu. İçti içti… Bir türlü doyamıyordu. Açlığı aklına gelmiyordu. Çünkü zemzem, hem ruhunu, hem de bedenini doyuruyordu. Biraz sonra hava karardı. Ne kalacak yeri vardı, ne de parası!.. Etrafa şöyle bir baktı. Vakur bir tavır takındı. Hac yapıyordu.

“-Hac, büyük imtihan!..” dedi kendi kendine…

Az ileride biri ona gülümseyerek bakıyordu. Kâbe’ye ilk girdiğinde onu iteleyiveren Sûdanlı değil miydi bu! Belli ki Sûdanlı, onun garip biri olduğunu anlamıştı. Sofrasına dâvet etti.

“-Çekinme gel!..” dedi.

Çaresiz misafir oldu. Sûdânlı onu yedirdi, içirdi.

“-Artık bırakmam seni, bundan böyle benim misafirimsin!..” dedi.

Arafat’a birlikte çıktılar. Racîm olan şeytana birlikte taş attılar. Bir gece Müzdelife’de kaldılar. Hac bitmiş, herkes tıraş oluyordu. İhramdan çıkış başlamıştı.

Fakat o bir türlü ihramdan çıkamıyordu. Tâkati bitmişti. Birden yere yığıldı. Sûdanlı Türk kardeşine doğru koştu. Ama o, çoktan son nefesini vermişti. Onu defnetti Sûdanlı… Üzerindeki iki parça ihram, ona kefen olmuştu. Yurduna, âilesine kara haber gitti. Sevenleri için ayrılık olsa da onun için şimdi vuslat vaktiydi. O yıllarca kavuşmak istediği topraklarla, bütün günahlarını temizlettikten sonra tertemiz bir şekilde ve bir daha ayrılmamak üzere buluşmuştu. Rabbinden daha ne isteyebilirdi ki?!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle