Saldım Gönlümü

Cenâb-ı Hak, cemâline ayna, celâline mazhar edindiği şu kâinâta çeşit çeşit ve rengârenk tecellîlerini indirip durmakta... Ama öyle incelikli, öyle sessiz ve öyle derûnî ki bu süzülüş, penceresinden bakan her insan, nasıl göremiyorsa kar tanelerindeki sanatı; nasıl bir çoğumuz için kar, kardan adam yapmak, kar topu oynamak, trafik, tatil ise… Cenâb-ı Hakk’ın o mutlak cemal sahibi “el-Cemîl”in tecellîlerinin de bir zâhirî görüntüleri var, bir de derin ve gizli sûretleri.

Büyüklerin avâm ve havâs diye ayırdıkları görüş farklılığı bu... Bir de durumun tersi var. Zâhire yağmayan, bâtına yağan karlar gibi tecellîler bulunuyor âlemde...

Hani Hazret-i Âişe, pencereden bakmış ki, Cenâb-ı Ahmed yağmur altında âheste geliyor eve. Gelmiş, ama, üzerinde dışarıdaki yağmurdan eser yok. Eliyle bakıyor, boynuna, yakasına saçlarına ki, sümbüllerin imrendiği kıvrımlarında sevdası titriyor o saçların... Ceylanlarda yok, o boynun letâfeti. Ve nasıl da yakışıyor Hazret-i Âişe’nin parmakları, o yakalara… Yok, ıslak değil. Habîbullah, soruyor tebessümle:

“-Ne arıyorsun gözümün nûru?”

....

“-Senin gördüğün mânevî yağmurlardı.”

Rûha süzülen damlalar bunlar. Bir sabah uyanıp perdeleri açtığında gözlerini kamaştıran bir beyazlık görüyorsun. Her tarafı kaplamış kar… O temizlik duygusu, o arınma huzuru. Bir seher vakti uyanıyor erenler. Perdeler açılıyor gönüllerinde. Perdeler kalkıyor yavaş yavaş gözlerinden… “Fefirrû ilallâh!” (Allâh’a doğru koşun, Allâh’a kaçın!..) âyeti çınlıyor ufuklarında.

Âşık olmak böyle bir şey!.. Zâhiri görenlerin aşkı bitiyor, tükeniyor. Bâtını görenler, kapılıp gidiyor güzelliğin çağrısına. Bir çağrıdır evet, âşıkların gönül kulakları duyar yalnız... Hani anlatılır Hazret-i İbrahim, Kâbe’yi inşâ edince:

“-Kullarımı çağır!..” buyurur, Allah Teâlâ. “Arafat dağına çık ve seslen. Kıyâmete kadar kim duyarsa senin çağrını, gelmek nasip olsun Kâbe’ye!..”

Zamanı aşan bir çağrı, zâhirî bir ses olamaz. Yahut onu duyanlar, zâhirî bedenlerimiz değil, ruhlar idi. Yahut haklıdır Dâvud-i Kayserî:

“-Zaman dürülüp bükülmüş yekpâre bir ândır.” Yatay değil, dikey uzanıyor.

Toplumumuzun bir standardı var: Eğer bizden biri olmak istiyorsan, ona (topluma) uymalısın. Düzelmeyi isteyen bunca insan varken dağlara çekilip de koyun-keçi otlatmak neyin nesi!.. Hani ilmin hakkını vermek? Nerede emr bi’l-mâruf, nehy ani’l-münker. Düzelmeye istekli mi? Farz edelim ki, biz, bir okuluz. Öyle her yıl değil, her gün, her gece hattâ her an devam eden öğrenci seçmelerimiz var bizim. Bahsettiğim, istekli çoğunluk niçin başvurmuyor?

Okullar seçmelerini îlân ederler. Basın-yayın ve internet yoluyla duyururlar. Kimsenin duymadığı seçmeler yapmak âdilce mi? Hayır, hayır. Gazete almayanlar, televizyon seyretmeyenler, interneti olmayanlar duymaz verilen îlânları… Biz ise, îlânlarımızı illâ ki herkesin duyacağı yollardan yaparız. Duymuyorlar mı sanıyorsun? Gayet net duyuyorlar. Peki, günde beş vakit duydukları ezânlarla, kıldıkları namazlarla, Ramazanlarla, mübârek vakitler günler, geceler ve mekânlarla, en önemlisi hâdiselerin diliyle sürekli bir kayıt çağrısı yapılıyor insanlara... Fiilî çağrılar onlar, herkes onlardan anlamaz ki... Herkes başına gelenleri, gördüklerini okumayı, yorumlamayı bilmez ki!..

Anlıyorlar, anladıkları dilden konuşuyor her şey onlara. Problem ne, biliyor musun? Problem; gitmek! Çağrılmak, gitmeyi gerektiriyor. Yola düşmeyi, yürümeyi, yorulmayı gerektiriyor. Çok az insan cesur davranıyor o noktada. Çoğunluk ise, kulaklarını yapılan çağrılara tıkıyor, gönlünü tıkıyor, devam ediyor eski hayatına... Azınlık ise, gözünü karartıyor ve:

“-Böyle yaşayacaksam, öleyim daha iyi diyor. “Mûtû kable en temûtû: Ölmeden evvel ölünüz!” sırrınca…

 Hevâ ve hevesin ölümü insan ebedî hayatı kazandırırken, kalbin ölümü ise onu ebedî hüsrâna dûçâr ediyor. Susuyorum. Susma, sor bakalım; gidiş nereye? Nereye çağrılıyor insanlar, ne var gittikleri yerde?

“Fefirrû ilallâh”... Eyvallâh. Allah dağda mı ki, sen buralara kaçtın demen lâzım. Bazen kaçan bedendir, rûh geride kalır. Bazen de rûh kaçar ötelere, beden kalır geride. Güzel, lâkin tam değil. Bazen ruh da, beden de hem kaçar, hem geride kalır. Sübhânallâh!

Güzel söz, kökü sağlam bir ağaç... Söz, insanın eğitimin en önemli vâsıtalarından biri... Rubûbiyetin de, ubûdiyetin de cereyan ettiği kanallardan biri... İnsana “küçük kâinât” diyen büyüklerimiz, Kur’ân’a “konuşan kâinât”, kâinâta “sessiz Kur’ân” diyorlar. İnsan her ikisinin de dilinden anlayabilecek istîdatta… O çok sevdiğim, benimsediğim ifâdeyle “tek halîfetullah olan mübârek zâtlar da var elbet. Lâkin insanoğlu, her bir ferdiyle mânevî bir beden oluşturuyor, halîfetullah oluyor.”

Hepimiz o cism-i mânevînin bir parçasıyız. Herkes istîdâdına göre, zerre, hücre, uzuv bir şey o bedende… Ve herkesin anladığı dil farklı… Vak’aların dili ayrı, Kur’ân’ın dili ayrı, edebiyatın dili ayrı ve şarkıların dili ayrı… Renklerin dili ayrı, canlıların, cansızların, çiçeklerin, dağların... Her bir insanın, her mürşidin, her peygamberin dili ayrı... Her devrin dili ayrı… Günlerin ve gecelerin de…

Söz var, ilk duyduğumuz an vurur, mübârek sözler gibi… Söz var, duyup dururken yıllar geçer, bir gün birden bire iniverir içimize. Ezânlar gibi…

“Söz ola kese savaşı

Söz ola kestire başı

Söz ola ağulu aşı

Bal ile yağ ede bir söz”

Savaşlar kesen söz var, başlar kesen söz var; zehirli yemeği, ballı-tereyağlı yemeğe çeviren söz var. Cenâb-ı Hak, Rab isminin tecellîleriyle kullarını daima terbiye ediyor ve sözü bu konuda çok kullanıyor.

İstişârenin, istihâreden önemli oluşunu bir kez daha düşünün. Tefe’ülü düşünün; Kur’ân’la, kıymetli kitaplarla yapılan tefe’üllerle ne kararlar alınıyor, nasıl etki ediyor o okunan sözler hâlimize.

Hocalarımız, dostlarımız, anne-babalarımız, hep sözleriyle giriyorlar hayatımıza… Ve biz de onların hayatlarına sözle giriyoruz. Bazen hiç tanımadığımız bir insandan, bazen radyodan duyduğumuz, bazen bir takvim yaprağından, bir kitap arkasından, hatta bir reklam panosundan okuduğumuz bir söz, bizi alıp bambaşka bir âleme götürüyor.

İşte benim ne zaman duysam, -ki, çok az insan biliyor onu- ne zaman hatırıma düşse ayaklarımı yerden kesen bir ilâhî var. Yıllar önce, öyle bir sesten ve öyle ustaca yorumlandı ki, vazgeçilmez bir ihtiyaç gibi her fırsatta ricâ ettim tekrarını… Hiç kırmadılar, hiç ikiletmediler isteğimi… Bir hikâyeyi devam ettiriyormuş gibi, ben de iki mısra armağan ettim o güzel insana. Aynı göğün altında yaşayıp görüşemediğimiz şu günlerde ayrı bir mânâ kazandı bu alışveriş.

 

 “Saldım gönlümü gökyüzüne, Arş’ı dolansın

Binbir ismini an da bugün, duysun ve ansın

 

Çeşmimden yaşım döktüm yere, yer suya kansın

Nerde bulayım Mevlâ’m seni, çünkü nihânsın.”

 

O bana:

“-Saldım gönlümü gökyüzüne!” dedi, ben ona:

“-Yıldız, göz kırp, benden uzak olma!” dedim.

Yıldızlaşmış bir gönülden feyz pırıltıları dinlemekti benimkisi. Deniz olana ay ışığı, yakamoz, gün ışığı şavkıma. Şu ten kafesinden bunalan gönüllere Arş’ın serinletici atmosferini salmak… Râbıtanın ne kadar az anlaşıldığını bir düşünün. Sınırların, yasakların, kalıpların ötesinde nasıl bir şehrâyîn, nasıl bir şenlik var hissedersiniz. Bu ilâhînin bu ilk bölümü, böyle başımı döndürürken nakaratta yer alan tekrar edilen “çünkü nihansın” kısmına hiç katılmazdım. İnsana şah damarından yakın olan, açıkça “Ben yakınım!” buyuran varlığının delillerini her yerde açık ve net olan Allâh’a, “Gizlendiğin için seni bulamıyorum!” demek pek aklıma yatmazdı.

Bir akşam yemek telâşına, nicedir bebeğin uyanması da eklenmiş; mutfaktayım, harıl harıl yemekle uğraşıyorum. Fonda, bugüne dek ilk olarak ablamdan dinlediğim için, ablamı özlediğimde dinlediğim o türkü… Ciddî bir şey düşünmüyorum, aman çorba dibine tutmasın, bıçak çok keskin, dikkat elimi kesmesin, sofraya komposto da koyayım. Organik ekmek bitti filân. Bunları düşünürken türkü bir şey söyleyiverdi. Bıçağı tutan elimin canı çekildi. Bıçak titreyerek düştü, öbür elim tuza uzanmıştı, dondu kaldı. Yavaşça tezgâhı tuttum, iki elimle. Başım hızla savruldu çünkü, öylece durdum bir an. Bağıra bağıra ağlayabilirdim içeride küçük kızım korkmayacak olsaydı. Gözyaşlarım sızlayarak indi yanaklarımdan... Sızmaktı bu, evet. Su sızarken yeryüzüne, toprağın canı yanar mı bilmem ama, gözyaşlarımın sızısından içimin yangınını duydum ben. Rûhumun, Kusvâ’ca dağlara kaçtığı andı bu.

 

Yâr nereden geleyim

Hepsi sarmışlar yolları…”

 

Bir yanım, “Kim bilir hangi eşkiyâ için yakılmış ağıda mı?” derken, bir yanım aldı getirdi “Nerede bulayım, çünkü nihânsın” mısrasını koyuverdi, harlandırdı kor ateşi…

“Bir demir dağı boynuna almak gibidir.” demiş şâir, aşk için. Âşık olan muhteremlerin sahrâ-yı aşktaki yolculuklarının zorluğunu duydum rûhumda.

İnsanlar dörde ayrılırmış, acılar karşısındaki duruşlarına göre…

1-Sabırlı ve merhametli olanlar: İbrahim’ine ağlayan Peygamberimiz gibi.

2-Sabırlı olanlar: Fudayl bin Iyâz, evlâdının cenâzesinde gülüyormuş.

3-İsyana düşenler

4-Merhametten değil, nefsâniyetten kayıplarına, bağımlılıklarına ağlayanlar.

Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-’in gönlü, acıyı içerisinde eriten bir pota. Fudayl Hazretleri, henüz o genişlikte değil.

Son iki grup ise, avâmın makbul olmayan hâlleri.

Seyr-i sülûkun virajlarında, karar anlarında, ayrılık demlerinde büyüklerimiz nasıl feryat etmişler, neler söylemişler, o hâller için nasıl hem sabırlı hem merhametli şekilde gönüllerine ağlamışlar acaba?

Şükür ki, “Kulum bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim!” diyen bir Rabbimiz var.

“Ben, kulumun bana olan zannının yanındayım. Ben’i zikrettiği zaman da Ben onunla beraberim. O, Ben’i gönlünden zikrederse, onu gönlümden zikrederim. Cemaat arasında zikrederse, onu o cemaatten daha hayırlı bir cemaat arasında zikrederim. Bana bir karış yaklaşırsa; Ben, ona bir arşın yaklaşırım. O, Bana bir arşın yaklaşırsa; Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim.” (Sahîh-i Müslim, Hadis no: 2675)

Ömür sermayesini, savruk bir şekilde harcayarak ilerliyorsun:

“Ve ileyye’l-masîr” (el-Hac, 48), yine de dönüp dolaşıp benim kapıma gel, bana rağbet et, beni iste. Likâyı arzu edenlerden ol!

 

“Balık gibi deniz tarafına git ki, kıymetli inciler bulasın.

Sevgili, sana «Ne istiyorsun?» derse, «Seni istiyorum!» de, «Rağbetim sanadır.»” (Hazret-i Mevlânâ, Dîvân’dan)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle