Pul, Çul Ve Yoksul

Günün yorgunluğunu atmak için, her zamanki gibi olduğu yere serilmişti çul. Bütün gün, kâh o elde, kâh bu elde dolaşmış, kendisine alıcı olacakların gözlerinde görücüye çıkmış, ne var ki; kimselerce beğenilmemişti. Üstelik her bakan, burun kıvırıp geçiyordu nedense... Hem de yüzüne karşı, ne de sert ve kaba bir kumaş olduğunu söyleyip, elleriyle bir kenara itiyorlardı. Önceleri, kumaş topları arasında ayrı bir havası, özel bir yeri olmasına karşın, işte, şimdi satılmayan kumaşlar arasında yerini almış, biraz mahzun, biraz kırgın bir çul olarak, serildiği yerde kalakalmıştı. Kendi kendine söylendi:

“−Tabi…” dedi. “Neden beğensinler ki. Yanım yörem ipekli, işlemeli kumaşlarla doluyken, benim gibi kaba ve sert bir çulu kim ne yapsın? İyi de, madem almayacaklar, neden yorarlar beni!?. Sanki çok mu meraklıyım, kıymetimi bilmeyenlerin bedenine elbise olmaya! Aman! Bu millete yüz beğendirmek, deveye hendek atlatmaktan zor zaten! Onlar, doğru düzgün neyin kadrini bildiler ki, benimkini bilsinler. İnsan değiller mi işte! Yokluğumda, bulunmaz Hint kumaşı olup kıymete binerim de, ellerine geçince, bin tane kusur buldukları bir çirkine dönerim. Unuturlar dar günlerinde bana sarılıp uyuduklarını, yüzüme yabancıymışım gibi bakarlar. Hele de bolluğa düşmeyiversinler, dünyayı kendilerinin yarattığına bile inanır, şaşırırlar! Tuhaf insanoğlu! Zîra darlığa düştüklerinde de, şikâyetlenmeden duramazlar. Kader beni, kadrimi bilmeyen nice insanın elinde her gün oyuncak etse de, hiç değilse nankörlükten yana dilim lâl, alnım aktır. Bunca söylediklerim de şikâyet değil, ancak, olanı anlatmaktır. Allâh’tan, dayanıklıyım da, buruşup sökülmüyorum. Nârin ipekliler gibi, sararıp süzülmüyorum. Şükretmeliyim, ki o insanlardan biri değil, bir top çulum. Çulum şükür! Çok şükür! Çulum!”

Uzunca bir günün ardından, tek yorulan çul değildi elbet. Pul da bitkin ve halsiz düşmüş, ordan oraya, başını vura vura gidip gelmekten, mahvolmuştu. Üstelik, birisi elinden düşürmüştü de, dönüp bakmamıştı bile yüzüne. Bırakıp gitmişti onu, ahşap yer döşemesinin, tenha bir köşesine. Durduğu yerden, çulun sitemini dinlemiş, ister istemez hak vermişti ona. Neredeyse aynı kaderi paylaştıklarını düşünerek, hatta, yakın hissetmişti kendini çula. Pek dermanı yoktu ama, sırf dertleşmek adına, cılız sesiyle yöneldi, tezgâh üstündeki arkadaşına:

“−Hey, çul! Söylediklerini duydum. Ve düşündüm de, dilersen dert ortağın olabilirim. Pek farklı sayılmaz hâllerimiz. Sen çul, ben pul, eğer dilersen, gönül gönüle verir, fırsat buldukça söyleşiriz. Bilir misin, ben de bir vefâ bulamadım, her gün dolaşıp durduğum ellerden. Hem sevdiler, bağırlarına bastılar, bana sahip olmak için, en candan dostlarıyla kavgaya tutuştular, hem de benden daha değerlisini bulunca, beni atıp, ona koştular. Bu insanları anlamak çok zor doğrusu. Yaşımı başımı aldım, bütün ömrüm boyunca, ceplerinde ve ellerinde dolandım da, bir şeycik anlamadım, insanların huyundan. Sana katılıyorum çul! Ve işte, ben de şükrediyorum, şükür ki; onlardan biri değil de, pulum! Pul!” Bu sözleri duyan çul:

“−Hayret!” dedi. “Bir puldan ilk defa işitiyorum böyle sözleri. Oysa ben, siz pulların hep neşeli ve güler yüzlü olduklarını sanırdım. Çünkü siz kirli bile olsanız, insanlar sizi ellerinden düşürmez, kapışırlar. Paraya pula bir başka muhabbet duyar bu garip huylu insanlar. Bir pul ile arkadaş olacağıma, rüyamda görsem inanmazdım. Ama zaten, bir rüyadan başka ne ki şu hayat... Her ânı bir başka sürprize gebe bir rüyadan başka ne? Olur pul! Neden olmasın ki, elbette olur! Eski bir çul, değersiz bir pulla arkadaş olur! Ve elbet, bizi birleştiren kader, bizim için bir hayır hazırlamış olur.”

İkisinin sesi de sitem ve hüzün doluydu. Aynı dertten muzdarip iki varlık olarak, ister istemez yakınlık ve ilgi duydular birbirlerine, anlaştılar. Pul sevindi... Çul da... Ve günler, aylar boyunca, onların sohbetini dinledi duvarlar, yerler. Zaman zaman şikâyet etmeye kalktıysa da burnu havada ipekliler, içten içe imrendiler onların dostluğuna. Kimselerin beğenmediği çul, pulun dostluğuyla gençleşmiş gibiydi. Görünüşü aynı olsa, hatta gün geçtikçe daha da kirlense de, içi neşe dolmuştu. Artık, burun kıvıranlar umurunda değildi çulun... Zira, akşam olsa da söyleşsek, diyerek, onu köşesinde sabırla bekleyen biri vardı. Kimselerin gözünde pul etmese de çul, pulun gözünde, işte, en değerli arkadaştı. 

Bir gün çulu alıp, kapının dışına koydular. Çünkü artık, kimsenin onu para vererek almayacağına inandılar. Bir temizlik başlamıştı dükkanda ve çul, değersiz bir çöp sayılarak, kapı dışarı edilmişti. Rafları ve tezgâhı temizledikten sonra yerler de süpürülünce, bir darbe ile, pul da dışarıda buldu kendini. Nicedir aynı yerde durmaktan sıkılmıştı ama, böyle tozlara karışarak süpürüleceğini de aklına getirmemişti. Nasıl da zoruna gitti, nasıl da incindi... Dili olsaydı, neler neler söyleyecekti ama, birbirini bile anlamayan şu insanlara, o nasıl ve hangi dilden konuşsa kâr ederdi? Bir hareketle doğruldu, üzerindeki tozu temizledi ve başını kaldırdı. Karşıda, kendisini seyretmekte olan arkadaşı çulu görünce, bütün kederinin dağıldığını hissetti ve şaşkın bir edâ ile:

“−Demek” dedi. “Seni de, dışarı attılar!”

“−Evet ya.” dedi çul. “Beni de attılar. İşte, yine beraberiz. Üstelik artık, istediğimiz yere gidebiliriz...”

Önce her ikisi de güldü birbirinin hâline, sonra, dışarıda bir çok zorlukla karşılaşacaklarını düşünerek durgunlaştılar. Ama, “Allâh büyüktür.” dediler, elbet bize yardım edecektir. Uzunca bir zaman yürüdükten sonra yoruldular. Oturup dinlenebilecekleri bir yer aradılar. Tam o sırada, bir duvar kenarının, kendileri için uygun olduğuna karar vererek, o tarafa doğru yöneldiler. Fakat, yaklaştıkça anladılar ki, orası, daha önce gelmiş olan birinin mekânıdır. Ve orada yalnız olamayacaklar. Yine de kararlarından vazgeçmeyip, yaslandılar duvara. Az sonra, orayı kendilerinden önce mekân tutmuş olan adam, çıkageldi. Onları görünce, korkuyla geri çekildi. Pul ve çul, bu harekete bir anlam veremeden, adam, son derece tedirgin ve ürkek bir yüz ifadesiyle:

“−Gidin.” dedi, “Lütfen, başka bir yer bulun kendinize! Yanıma yaklaşmayın!”

Pul ve çul, şaşkınlıkla önce birbirlerine, sonra da adama baktılar. Adam, onları yanında istemese de, incitmek de istemiyor olmalıydı ki, yalvarırcasına bir ses tonuyla tekrar konuşmaya başladı:

“−Ne olur gidin, uzak durun benden...” 

Bu sözlerin ardından, hiç beklenmedik bir şekilde ağlamaya da başlayınca adam, varın, pul ile çulun şaşkınlığını siz tahmin edin. Bir süre, öylece durup seyrettiler bu garip huylu insanı. Ömürlerinde ilk defa böyle birine rastlıyorlardı. Bu güne kadar karşılaştıkları tüm insanlar, bir pul ya da çul gördüklerinde elleriyle uzanır, dokunur, bakar, en kolay yoldan sahiplenmeye çalışırlardı. Daha önce hiç, kendilerinden korkan ve birini tanımamışlardı.

“−Acaba.” dedi çul. “Çok pis görünüyoruz da, onun için mi bizi yanına yaklaştırmıyor? Sahi, başka bir şey para kadar pis olsaydı, fellik fellik kaçardı insanoğlu ama, hayır, bu güne kadar, kirli diye puldan caymamışlardı. Üstelik en gizli köşelerde, en kıymetli hazineymişçesine saklamışlardı.”

Eee peki, bu adam niçin diğerleri gibi davranmıyor da, reddediyordu onları? 

“−Hadi ben kirliyim.” dedi çul. “Ama bari pulu kabul etse... Kirli de olsa, o puldur nihayetinde... İşe yarar.”

Pul ile çulun tuhaf ve soru yüklü bakışları karşısında bir açıklama yapma ihtiyacı hissetmiş olacak ki, konuşmaya başladı adam:

“−Niyetim sizi incitmek değil. Zira aslında, size karşı bir kızgınlığım yok. Ama doğrusu ya, size muhabbet duyuyor da değilim. Ey pul! Seni ömrüm boyunca hiç sevemedim. Lakin ömrümün her anında, sana ihtiyaç duydum. Çünkü insanlar tüm alışverişlerinde seni kullanırlar ve sen olmayınca, ekmek bile vermezler. Bir elbiseye ihtiyaç duysam, sen lâzım oldun. Biraz susamış olsam, karşılığında seni almadan, kimseler su vermek istemedi. Hatta o kadar hayatın bir parçasıydın ki, çarşıda hacet gidermem gerekse, yine seni sordular. Her adımda, ister istemez elimi cebime attım. Cebim boş olduğu zamanlarda duyduğum huzurun tadı bambaşka olmakla birlikte, böyle zamanlarda, ihtiyaçlarımı gideremiyor olmanın sıkıntısını da yaşadım.”

Pul, hiç beklemediği bu sözlerle şaşkınlığı artarak sordu: 

“Sen kimsin?”

“−Ben yoksulum.” dedi adam. “Allâh, beni birçok farklı kabiliyetlerle yarattı. Bu kabiliyetleri, ihtiyaçlarımı karşılayabilmek adına, üç-beş pul kazanmak için kullandım. Hiçbir zaman, başkalarına muhtaç olmadan yaşadım bir dönem. Ama sonra, bilerek ve isteyerek yoksulluğu seçtim.”

Çul, suskunluğunu sürdüremedi daha fazla:

“−Bilerek ve isteyerek mi?!.” dedi. “Neden ki?”

Yoksul cevap verdi:

“−İnsanlarda şunu gördüm: Onlar, emeğin karşılığını vermek hususunda cimri ve isteksizdirler. Üstelik bu hâl onlarda, cepleri doldukça artar. Paradan ötürü müthiş bir benliğe kapılır, insanların sadece bedenlerini değil, fikirlerini ve duygularını da satın almaya kalkışırlar. Sanki, verdikleri pul onları, çalıştırdıkları kişiler üzerinde her hakka sahip kılıyormuşçasına ukala kesilir ve onların, işçileri değil, kulları olduğunu sanırlar.”

Pul, hayretle dinliyordu. Yoksul, pulun gözlerine bakarak devam etti sözlerine:

“−Çoğu zaman, hak ettiğimi vermediklerini düşündüğüm için, isteksizlik duysam da, ihtiyacım olduğundan, yine de çalıştım. Öyle bir an geldi ki, senden ve seninle yapılan işlerden midem bulanır oldu. Çünkü işin içine senin sadece ismin bile karıştığında, insanların bakışlarında bir şüphe, bir samimiyetsizlik ve hırs sezdim. İnsanlar vermeyi değil, almayı severler. Vermek zorlarına, almak hoşlarına gider. Ahlâkı Allâh’ın ve Rasûlünün ahlâkıyla yoğrulmuş olanlar hariç, hep almaktan haz eder ve dünyalık kârlarıyla mutlu olurlar.”

“−Ya sen!” dedi pul. “Senin durumun nasıldır?”

“−Ben, nefsi, dalgalı bir deniz gibi med-cezirler yaşayan biri olduğum için, kâh huzur duyarım vermekten, kâh huzursuzluk. Zira Allâh rızası için yapıyorum dediğim işlerde bile, nefsim araya girer ve şöyle der:

«Niye para almıyorsun? Kendisi için yorulduğun insanların durumu, seninkinden çok iyi. Oysa senin ihtiyacın var. Üstelik bak, Allâh rızası için yola çıkıyorsun ama, başka karşılıklar ummaktan âzad olmuş değilsin, hediyeler bekliyorsun. Bu düşünce beynini kemirir ve daha ne için yorulduğunu bile bilemezken, niçin insanlara, Allah rızası için yapıyorum, deyip de yalancı oluyorsun. Sen, yaptığının karşılığında para istemediğini söylüyorsun ama, eğer verseler, belki de hiç düşünmeden kabul edeceksin. Çünkü para sana lâzım!»” 

Sonra rûhum geçiyor sahneye ve diyor ki:

“Sabret. Nefsinin vesvesesine kapılma. Zira o, seni yanıltmayı pek sever. Hazret-i Osman’ın alış verişini hatırla. Karşılık verenlerin en cömerti Allâh’tır, unuttun mu? İnsanlardan alacağın küçük karşılıkla yetinme de, Allâh’ın vereceği ücreti bekle. Aslında sen, Allâh’tan bir ücret beklemekle bile, ihlâsa leke sürmüş olursun. Senin için en büyük arzu Allâh’ın kendisi iken, O’nun vereceği başka karşılıklar için kafa yorman, sana ayıp olarak yetmez mi?.. Dinle! Huzur, O’ndan gayrı her düşünceden arınmaktadır.”

Pul gözlerini dört açmış, daha önce hiçbir insanoğlundan duymadığı bu sözler karşısında kulak kesilmişti. Adam, devam etti:

“−Çalışmam karşılığında bir ücret aldığımda ise, maddî anlamda belki bir rahatlık duydum fakat, o işten aldığım huzuru yitirdim. Zira insanların bakışlarında bir kâr, bir pazarlık arzusu görmek, beni huzurdan alıkoydu. Üstelik, karşılığında para verdikleri zaman insanlar, “Allâh razı olsun.” diyerek duâ etmeyi de kestiler ve parasını verdikleri için, başka her türlü cömertliği esirgediler. Benim için asıl olan, duâ ve muhabbetti. Gördüm ki, para işe karışınca, duâ ve muhabbet uzaklaşıyor, fitne ve kırgınlık oluyor. Bu, benim açımdan şuna benzer ki: Allah, bana cennetinden bir köşk ihsan etmiş, ama bana muhabbetle bakmayı kesmiş olsun. Bu bana öylesine ağır geldi ki, tadım kaçtı. Tüm bu beyin yorgunluklarının ardından, bir gün sığındım ve dedim ki:

“−Allâh’ım! Senin rızandan ve Senden ayrılmak, bana her şeyden daha acı ve güç gelmede. Oysa ben “Senin rızan için yaptım” diyebileceğim tek bir amelim bile olmadan geliyorum Sana. Zira nefsim, her an araya girerek, bana dünyalık bir karşılık almayı telkin ediyor. Üstelik bazı ihtiyaçlarım da nefsimle birlik edip, bu telkinleri haklı çıkarmaya çalışıyor. Ben, cahilim. İçinde bulunduğum hâl mi hakkımda hayırlıdır, yoksa bir karşılık talep etmekle, tüm bu düşüncelerden sıyrılır da, daha mı huzurlu olurum, bilemiyorum. Sana sığınıyor ve Sana yalvarıyorum. Beni Senden alıkoyacaksa, paranın ve pulun, sadece kendinden değil, düşüncesinden bile âzâd eyle beni. Hakkımda, cebi paralı bir zengin olmak mı, yoksa cebi boş bir yoksul olmak mı hayırlı, bilmiyorum. Fakat dileğim o ki; cebi dolu gönül fakirlerinden etme beni. Çünkü onlar, ceplerindeki para itibarıyla zengin olmalarına karşın, Senin muhabbetinden ve Sana yakın olma arzusundan yana fakirdirler. Aç değilim. Giyecek kıyafetim var. Yine de bazen, bazı ihtiyaçlarımı gidermek hususunda insanlardan talepte bulunmak ve onların yüzlerini sıkıntılı görmek, rahatsızlık duymama sebep oluyor. İnsanlardan istemek zor geliyor. Elimdekinin şükrünü eda etmekten aciz kalırken, fazlasını istemekten hayâ etmekle birlikte, fazlasına ihtiyacım olduğu düşüncesinden de kurtulamıyorum. Tüm bu düşünceler gafletse, bundan sıyrılmayı diliyorum. Eğer bu düşünceler, Senin katında da makbulse, tez zamanda, dilediğince halletmeni bekliyorum. Sen, bilmediklerimi bilir, hakkımda güzel ve hayırlı olanı lutfedersin. Lutfet Rabbim...”

Adam, tüm bu sözlerin ardından, en az pul kadar meraklı gözlerle bakarak, kendisini dinlemekte olan çula döndü ve şöyle söyledi:

“Seni, pulla alırlar. Kimde çok olursan, o kişinin meşguliyeti artar. Eğer kıymetin büyükse, sahibin olanı bir üstünlük duygusu kaplar. Seni elde edende, kibre düşme tehlikesi olmakla birlikte, seni temelli kaybetmiş olanda da, hep başkalarının çuluna göz dikme ve kıskanma illeti beliriverir. Pek güzelsin, pek hassın ama, işte, senden de bu sebeple uzak dururum.”

Çul, nice zamandır duymadığı bu iltifatı yoksuldan duyunca, hayretler içinde kaldı. Zira bu adam, kendisini methetmiş olmasına rağmen, elini bile sürmekten imtinâ etmişti. Hemen diğer insanlar geçti hayâlinden. Ah o kibirli insanlar. Dokunur, bakar, beğenmedikleri gibi, bir de kusur bulurlardı. Oysa bu yoksul, pek güzelsin, pek hassın diyordu işte... Ama uzaktan, anlaşılması zor bir çekingenlikle söylüyordu bunu. Çul bu düşüncelere dalmışken, yoksul konuşmasını sürdürdü:

“−Hasılı, ey pul ve çul! Çokluğunuz azıtmaya, yokluğunuz sapıtmaya yol olur. Her ne kadar, varlığınızdan ötürü ihlâsına ve imânına halel gelmeyenler varsa da, bunlar, azın azıdır. İkinizin de şerrinden, Allâh’a sığınırım. Sizin fitnenize düşmekten koruması için, Allâh’a yalvarırım. Bana çok yaklaşmayın! Zira, sizin yakınlığınızla, Allâh’a uzak düşmekten korkarım. Lüzumunuzu ve size duyduğum ihtiyacı inkâr edemem ama, gönlümde yer etmenizden çekinirim.”

Bu sözleri dinleyen pul, önce, ceplerinde ve ellerinde yıllarca dolaştığı diğer insanları, sonra aylardır bir köşede nasıl unutulduğunu, sonra da bir süpürge darbesiyle farkına bile varılmadan nasıl dışarı atıldığını hatırladı. Sanki onca yorgunluğu hiç çekmemişçesine heyecanlı ve ümitli bir sesle dedi ki: 

“−Ey insanoğlu! Eğer şu sözlerinde samimi isen, dilerim Allâh beni, senin elinden ayırmasın. Zira senin gibi hayırlı bir kulun eline düşmek, bana şeref getirir. Senin ellerinde varlığımın hikmeti bilinir, varlığım amacına ulaşmış olur. Lütfen, beni kabul et. Beni senin ayağına kadar getiren Allâh’a güven ve benden korkma ki, Allâh’ın izniyle ben, senin gibi birine zarar verecek değilim.”

Çulun hâli de pulunkinden pek farklı değildi. O da, yıllarca durduğu tezgâhı, kendisine tâlip olan sayısız insanı, onların o kibirli tavırlarını ve burun kıvırmalarını, sonra bir paçavraymışçasına kapının dışına konulmasını hatırladı. Ve sanki, onca ezilmişliği hiç yaşamamışçasına sevinçli ve umutlu bir sesle dedi ki:

“−Ey Allâh’a sığınan yoksul! Sen işini O’na havâle ettin, O da bizi senin ayaklarına getirdi. Sen bizden kaçtın, O, bizi senin peşine düşürdü. Yıllar var, şu dünyada nice insanla karşılaştım da, senin gibisine rastlamak, bugüne nasip oldu. İnsanların nicesi bana baktı ve bana dokundu ama, benden ancak, rengimi beğenmedikleri ve dayanıklı dokumu, kaba addettikleri için yüz çevirdiler. İçlerinde bir tane bile, Allah’tan uzaklaşmak kaygısıyla benden el çeken olmadı. Onlarda hep bir benlik ve kibir kokusu duydum. Beni ya göz zevklerine hitap etmediğim, ya da birilerine beğendiremeyecekleri endişesini duydukları için reddettiler. Onlar, giyinirken bile, başka insanların beğenisini ve takdirini toplayabilmek peşinde koştular. Oysa sen, şükrümü edâ edememekten korkmakta ve böylece, ne denli kıymetli olduğumu dile getirmektesin. Sen, benden kaçmakla beni değerli kılmaktayken, kim bilir beni kabul etmekle, ne kadar yüceltirsin. İyi bil ki, senin kıymetli bedenin için elbise olmak, benim gibi bir çulun en büyük mutluluğu olacaktır. Ve korkma ki, Allâh’ın izniyle ben, sana zarar verecek değilim.”

Pul ve çul, nicedir şükrederlerdi ya hani, insan olmadıklarına... İlk defa bu sefer, gıpta ile baktılar bir insanın yüzüne... Yalvarırcasına, sığınırcasına baktılar... Yoksul, dinledikten sonra, bir süre dalgın gözlerle seyretti onları. Gözleri yaşardı. Dedi ki:

“−İyi bilin ki; ben garip bir yoksulum. Size dair yaşamış olduğum fırtınalarsa, ancak bu yoksulluğumdandır. Lâkin, derler ki, deniz, illâ ki dalgalanır. Şimdi, sizi bana gönderen Allâh’a hamd olsun ki, sizi kabul etsem de, reddetsem de yoksul kalacağım. Zira sizi asla sahiplenmeyecek ve emanet olduğunuzu asla unutmayacağım. Eğer unutacak olur ve şu verdiğim sözde döneklik edersem, hemen beni terk edin. Üstelik giderken, yüzüme bir de tokat vurun ki, dönekliğimin cezasını az da olsa bulmuş olayım. Ama eğer, sözümde sabit kalır da, her dâim emanet olduğunuzu hatırlayarak, hakkınız olduğu üzere kullanırsam, siz de bana karşı vefasızlık yapmayın. Zaten, salt varlığınız, bir insanı gerçekten zengin kılmaz. Zira nicesi, sizinle her dem birlikte olmasına karşın, yazık ki pek fakirdir. Çünkü onlar, Allah’ın zikrinden uzak ve gaflet içindedirler. Yani hakiki zenginlikten mahrum kalmışlardır. Sizi ve beni yaratan Allah, bizi yolundan ayırmasın. Zenginliklerin tek sahibi O’dur. Durum böyleyken, hiç kimseyi, bir pul ile bir çula güvendirip de, zenginlik iddiasında bulundurmasın.”

Tam bu sırada, gönlüne bir mahzunluk çöktü, gözlerini kapattı ve bir süre sustuktan sonra, sözlerini şöyle sürdürdü adam:

“−Allâh’ım! Yoksulum. Olsa da iki pulum, üç çulum, hayır, gönlüm Senin muhabbetinden mahrum kalırsa, işte, şu âlemde her yoksuldan daha yoksulum!”

Sonra, uzun uzun bakıştı pul, çul ve yoksul. Ve sanki, daha önce beraberce söylemeye alışkınmış gibi, bir ağızdan şu duâyı ettiler:

“−Rabbimiz! Bizi birbirimiz için rahmet vesilesi kıl. Bizi birbirimiz için fesatlık sebebi olmaktan koru. Birbirimize karşı taşımakta olduğumuz su-i zanlardan bizi âzâd eyle de, o zanların esiri ve kölesi olup, birbirimizi kırmayalım. Bizi, Sana gelen yollarda birbirimiz için şevk, aşk ve gayret dolu yol arkadaşları olmakla nasiplendir. Zira bizler ancak, Sana gelmek ve Senin için varolmakla huzur buluruz. Canlı cansız her varlık, Senin zikrinle meşgul ve mutluyken, bizi birbirimiz için, seni hatırlamaya sebep et. Bizler, senin mahlûkunuz. Bizleri muhafaza et. Âmin...”

Pul, çul ve yoksul, işte bu duâdan sonra, yola birlikte devam ettiler. Allah, rızasından ayrılmaktan gayrı endişe taşımayan bu kulunun elinde, pul ile çulu öylesine kıymetlendirdi ki; önceleri yüzüne bile bakılmayan çul ve vaktiyle köşelere atılıp unutulan pul, varoldukları sürece her dâim şükür ve hayır vesilesi oldular. Pul ve çul yoksula huzur; yoksul da pul ve çula onur getirdi.

Aslında, hayır, yoksul dememeliyiz. Zira bu yoksul, hakîki zenginliğe ermiş sayılı kullardandı, ama, sırf o kendisine “zengin” denmesini istemediği için, yoksul demeyi sürdürdük. Zira, gönlü Allâh sevgisi ve yakınlığı ile zenginleştirilmiş bir güzelin ricasını, emir bildik.

Göklerden üç sır düşmüş: Bir pul, bir çul, bir yoksul.... Üçü de hem mâlumdur, hem bir o kadar meçhûl...

 

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle