Gelin tanış olalım, işin kolay tutalım. Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz. Yunus Emre
Hıçkırıklar içinde ve bakıma muhtaç olarak dünyaya gözünü açan insanoğlu, hayatını idâme ettirebileceği bir âile ve cemiyete muhtaçtır. Ve bu içinde yaşadığı âile ve cemiyetin huzur ve sükûnla devamı da; sevgi, muhabbet ve saygı gibi prensiplerin, cemiyetin herbir ferdine şâmil olmasıyla gerçekleşir.
Bugüne kadar “sevmek” ile ilgili bir çok şey duyan kulaklarımız acaba “sevilmek” ile ilgili neler işitmiştir? Acaba sevmek ile sevilmek arasındaki fark nedir? Diğer insanlar tarafından sevilmek için onların gönüllerini râzı etmek maksadıyla şeklen gayrette bulunmak yeterli midir? Bir insanın sevgisini kazanmak sadece kendi elimizde olan bir şey midir? Bu sadece sevmekle mi olur? Yoksa bunun başka unsurları var mıdır?
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve selem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyor:
Allâh Teâlâ bir kulu sevdiği zaman Cebrâil’e:
“–Ben filânı seviyorum, onu sen de sev!” diye emreder. Cebrâil onu sever ve sonra gök halkına:
“–Allâh filânı seviyor, onu siz de seviniz!” diye seslenir.
Gök halkı da o kimseyi sever, sonra yeryüzündekilerin kalbinde o kimseye karşı bir sevgi uyanır.
Allah Teâlâ bir kula buğzettiği zaman, Cebrâil’e:
“–Ben, filânı sevmiyorum, onu sen de sevme!” diye emreder.
Cebrâil de onu sevmez. Sonra Cebrâil, gök halkına:
“–Allâh filân kişiyi sevmiyor, onu siz de sevmeyin!” der.
Göktekiler de o kimseyi sevmezler. Sonra da yeryüzündekilere o kimseye karşı bir kin ve nefret uyanır. (Müslim)
Demek ki, insanın çevresi ve özellikle iyi insanlar tarafından sevilmesinin vazgeçilemez şartlarından biri, kendini önce Rabbine sevdirmesidir.
Peki yüce Rabbimizin sevgisini nasıl kazanabiliriz? Ve bu sâyede insanların sevgisini kazanmaya nasıl bir yol bulabiliriz?
Bizi yaratan, bin bir türlü nîmetleri ile rızıklandıran ve yaşatan Rabbimiz ile râbıtamızda eğer bir eksiklik varsa göstereceğimiz bütün gayretler boşa çıkacaktır. Çünkü mahiyetinde sevmenin de, sevilmenin de kaynağı Cenâb-ı Hak’tır.
Rabbini seven kul, bütün mahlûkâtı Cenâb-ı Hakk’ın yarattığının idrâki içinde olur. Bu sebeple onlara dâimâ şefkat, merhamet ve hayranlık hissi ile muâmele eder ve sevgilisinin muhabbetini kaybetmemek için dâimâ O’nun yarattıklarına karşı fedâkârlığı önce kendi nefsinde başlatır. Gurur ve kibir gibi insanları nefret ettirecek hâl ve davranışlardan uzak olmaya çalıştıkça Rabbinin muhabbetini kazanır ve O’na kendisini sevdirir. Allâh da bir kulunu sevdiği zaman onu insanlara, hayvanlara ve hatta cansız varlıklara sevdirir.
* * *
Vaktiyle Erzurumlu Habib Baba adında gönül ehli bir derviş, Erzurum’dan İstanbul’a hacca gitmek için kalkacak olan bir kervana katılmak üzere yola çıkar. İstanbul’a varır, fakat hac kafilesini kaçırır. Tevekkül ehli bir zât olan Habib Baba:
“−Eh nasip değilmiş!” diyerek Harameyn hasretini yüreğine gömer. Bir müddet İstanbul’da kalır. Memleketine dönmeden önce temizlenmek maksadı ile hamama gider. Hamamcı, Habib Baba’ya hamamın, vezirin dostları tarafından kiralandığını bu sebeple dışarıdan kimseyi alamayacağını söyleyerek geri çevirmek ister. Habib Baba, ısrar edince de dayanamaz ve bir köşe göstererek acele etmesini ricâ eder. Habib Baba, hamamcıya duâ ederek içeri girer ve temizlenmeye başlar. O sırada adamlarının hâlini merak eden vezir de tebdîl-i kıyâfet hamama gelir. Hamamcı onu da almak istemezse de ısrarına dayanamaz ve Habib Baba’nın yanını gösterir. Vezir ile Habib Baba aynı yerde yıkanmaya başlar. Vezir bir ara Habib Baba’ya sırtını keselemesini ricâ eder. Habib Baba da veziri bir güzel keseler. Sonra da vezir, Habib Baba’nın sırtını keselemeye başlar ve:
“–Vezire dost olanlar hamamın en güzel yerlerinde keyif sürüyor, biz de burada zar-zor yıkanıyoruz, bu da iş mi?” diyerek laf atar.
Habib Baba bunun üzerine kimliğini gizlemekte olan vezire dönerek:
“–Oğlum sen öyle bir padişaha dost ol ki, sana benim gibi bir uyuzun sırtını keseletmesi için senin gibi bir veziri, hattâ dilerse padişahı gönderir.” cevâbını verir.
* * *
Sevilmek, insanların rûhunu nakış nakış dokuma sanatıdır. Allâh bir insana bu hâli nasîb etmediği zaman insanın kendini sevdirmek üzere yaptığı bütün davranışlar riyâdan öteye geçemez. Böyle kurulan dostluklar da zaten akşam aydınlığı gibi çabuk yok olmaya mahkûmdur. Bu sebeple sevilme sevilme arzusunu taşıyan bir insan, evvela muhatabına karşı muâmelelerinde Rabbinin emrettiği ölçüler içerisinde samîmî olmalıdır. Bu samîmiyet de evvelâ kendi hayatında samîmî olmaktan başlar. Eğer kişi, insanlara karşı olduğu gibi görünemiyor ve sun’î davranışlarla kendisini ön plana çıkarmak gayreti içine giriyorsa evvelâ bu hastalığını yenmek zorundadır. Çünkü insanlar mert, dürüst ve ihlâs sahibi kişilere daha çabuk bağlanırlar.
Asıl olan karşımızdaki insanı anlamamız, yüreğimizin onun yüreği ile beraber çarpmasıdır. Bu ise, -daha önce de ifâde ettiğimiz gibi- Rabbimiz ve insanlara karşı samîmiyet ve Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarıyla zînetlenmemiz nisbetinde elde edilir. Kendini Cenab-ı Hak ve kullarına sevdiren insanların cesedleri fânî olsa dahî ruhları kıyâmete kadar yaşar. Allâh onları insanlara sevdirir ve unutturmaz. Zîrâ Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede:
“Îmân edip de sâlih amellerde bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allâh, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96) buyurmuştur.
Eğer Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, sırf Bursa kadısı olarak kalsa ve ahirete göçse idi, diğer pek çok Kadı’da olduğu gibi, şimdi adı dahî bilinmezdi. Fakat o, Rabbinin sevgisini kazanmak için büyük gayret sarfetti ve Cenâb-ı Hak O’nu bütün âleme sevdirdi. Vefâtı üzerinden yüzyıllar geçse bile hâlâ sevenleri bulunmakta ve onu ziyaret edip mübârek rûhuna Fâtihâ’lar hediye etmektedirler. Azîz Mahmûd Hüdâyî gibi nice zâtlar vardır ki, Cenab-ı Hak onları sevmiş ve kullarına sevdirmiştir.
Rabbimizi sevelim, bunun neticesinde mahlûkâtı tarafından sevilelim. Unutmayalım ki; bu dünya kimseye kalmaz.
YORUMLAR