Osmanlı’dan Günümüze Akseden Asâlet Timsâli Bir Hanımefendi Dürriye Annemiz

Osmanlı devletinin son devirleriydi. Savaşların biri bitiyor, biri başlıyordu. Her ân gelebilecek bir şehadet haberine hazır gönüller, ellerini duaya kaldırarak devletin ve milletin felaha kavuşması niyâzında buluşuyordu. Postacılar bazen cepheden mektup getiriyor, bazen ise acı haberler ile şehid olan erlerimizin geriye kalan eşyalarını iade ediyorlardı. 

Dürriye hanımın babası da cepheden cepheye koşan bir kumandandı. Zaman zaman iki satır mektup yazıyor ve maaşlarını da bu mektuba sıkıştırarak, İstanbul’daki âilesine gönderiyordu. Durumları o devrin şartlarına göre oldukça iyiydi. Bir ara gelen bir haberle âile başsız kalıverdi. Babaları vefat etmişti. Dürriye hanım, daha küçük bir çocuktu. Hayatının bundan sonraki safhasını annesinin himayesinde ve devletten gelen maaşla devam ettirdi.

* * *

Aradan yıllar geçti. Dürriye hanım, Yüksek rütbeli bir askerî hâkimle evlenmişti. Zevci, kültürlü, varlıklı fakat çok asabî bir yapıya sahipti. 

Kendisine üst baş alıp giyinmesi için Dürriye hanıma harçlık verir, o ise bununla çevresindeki ihtiyaç sahiplerini sevindirirdi. Bilhassa Eminönü tarafına geçer ve Beyazıt’a giderdi. Çünkü o zamanlar Beyazıt’tan Aksaray’a kadar âdetâ bir insan pazarı kurulurdu. 

Osmanlı’nın bu zor zamanında, ona yardım etmek üzere dünyanın her tarafından gelen yüzlerce, bazen binlerce Müslüman, çoğu kere harçlıksız kalır, memleketlerine dönemez ve burada kendilerine ihsan ve ikramda bulunacak cömert gönüllü İstanbulluları beklerlerdi. 

Dürriye anne de eline para geçtikçe soluğu Beyazıt’ta alır, parasının son kuruşuna kadar buradaki insanlara infak ederdi.

* * *

Askerî hâkim olan zevci, yıllar sonra emekliye ayrılmış, fakat bir müddet sonra yatalak bir hasta hâline gelmişti. Yedi yıl boyunca felçli kalan ve mizaç olarak da sert tabiatlı olan zevcine, sabır ve teslimiyetle en güzel şekilde bakmaya çalışan Dürriye anne, kimseye hâlini arz etmemiş, kimseden herhangi bir yardım ve destek de kabul etmemişti. O, kendisine “Bâr olma, yâr ol!”, yani “yük olma, sevgili ol!” ifadesini düstur edinmişti. Vefat edeceğine yakın refîki:

“–Dürriye hanım, ben senden râzıyım, Allah da râzı olsun! Bana çok hakkın geçti; hakkını helâl et!” demiş ve helâlleşmişlerdir.

 

* * *

Mahviyet ve tevâzû ehli idi. İnsana hürmet gösterirdi. Gelen, çocuk bile olsa ayağa kalkar ve öyle karşılardı. 

Nice sırlara mazhar olduğu hâlde, mânevî hâllerini gizlemeyi tercih ederdi. Bir seferinde Mûsa Topbaş Efendi’ye:

“–Bu fakirin hâli nice olur? İçimden bir ses durmadan “Râziye” diye sesleniyor. Acaba şaşırdım mı efendim?” demişti. 

Mûsa Topbaş Efendi, onun bu hâlini hoş görerek:

“–Bizlere ve ümmet-i Muhammed’e duâ edin, Dürriye hanımefendi!.. Bu hâlinizi de muhafaza edin.” buyurmuşlardı. 

* * *

Pek çok mânevî hâline şahid olduğumuz hâlde, kendisine “Zavallı Dürriye” der ve “sıradan” bir insan gibi görünmek hoşuna giderdi.

Bir bayram günü ziyaretine gitmiştik. Evi çok güzel kokardı. Çiçekleriyle ilgilenirken bir ara ayağı takılıp yere düştü. Bunun üzerine:

“–Evlâdım çiçeklerle meşgul olurken herhâlde kalbim, Rabbimden ayrı kaldı; fakiri okşadılar!” dedi.

* * *

“El kârda, gönül yârda” düsturuyla, insanların arasında hizmete devam ederken, Rabbi ile de bağını kopartmamaya çalışırdı. Akşamları ışık yakmaz, karanlığı çok severdi. Genellikle yalnızlığı tercih eder, ama yalnız olmadığını: 

“-Mevlâm var, elhamdülillâh!” diye ifade ederdi.

* * *

 

Bir seferinde adeti olmadığı hâlde leziz bir yemek yapılmasını istemiş, sonra da kendisi hiç yemeden bunu bahçedeki köpeğe yedirmişti. Onun hâline hayretle bakan bize dönüp:

“–Evlâdım, insan her zaman kendi şahsını düşünmemelidir. Çevresindeki mahlûkâtın da hakkı vardır.” diyerek, durumu izah etmiş ve kendisi ekmeğini yoğurda  bandırarak yemişti. 

86 yaşına kadar iki dizi üzerine oturur ve gözlerini kapatarak murâkabeye dalardı. Son zamanlarına kadar gözlüksüz Kur’ân-ı Kerim okumuşdu.

Bütün ömrü, mahlûkâta duâ ile geçti. Allah’ın bu sâliha kulu, gecenin gizlediği nice güzellikler gibi, insanlar arasında gizli kalmış ve nice sırlarıyla birlikte Rabbinin “İrciî: Dön!” emrine uyarak âhiret yurduna irtihal etmiştir.

Cenâb-ı Hak rahmet eylesin. Böyle sâliha annelerin; sabır, cömertlik, fedakarlık, mahviyet ve mâneviyat dolu hâllerinden bizlere de hisseler nasip etsin. Âmin.

Ruhlarına bir Fâtiha-i şerife, üç İhlas-ı şerif okuyalım.





* * *

İyi bir âile içinde yetişmiş olmak Dürriye anneye ayrı bir asâlet ve olgunluk kazandırmıştı. Varlık ve yokluk hâllerinde de dâima onurlu ve vakur bir şahsiyet sergilerdi. Kimseyi küçümsemez; her yaştan ve her çevreden insanla geçimli olmayı bilirdi. 

İnsanları sevdiği ve gönlünü herkese açtığı için, insanlar da kendisini severdi. Dînî meclislere karşı müstesnâ bir muhabbeti vardı. Gelene gidene hürmet ve ikramda bulunur, herkesin gönlünü almaya çalışırdı. Kendi elleriyle salavat getirerek, duâlar ederek çok lezzetli yemekler ve börekler hazırlar, bunları misafirlerine gönül hoşluğu ile ikram ederdi.

Ziyaretine gelen hanımlara sık sık:

“–Sokaklarda değil, evinizde şık giyinin. Zevcinizin gönlünü kazanmaya bakın ki, âileniz huzurla devam etsin.” derdi.

 

* * *

Kul hakkına çok dikkat ederdi. Hizmet eden yardımcısının ücretini fazlaca öder, erkenden de gönderirdi. Kendisini ziyarete gelenler arasında ihtiyaç sahibi kimseler bulunduğu gibi varlıklı kimseler de yer alırdı. 

Vefat edeceği gün, husûsî arabasıyla gelen bir ziyaretçisine:

“–Şoförünüzü kapıda fuzûlî bekletmeyelim, kul hakkı olur!” demiş ve görüşmeyi çok kısa tutmuştu. 

Hâlbuki bazı durumlarda husûsî şoförün beklemesi de vazifeleri arasındaydı. O, buna rağmen hiç kimsenin hakkını almak istemezdi.

PAYLAŞ:                

Zahide Topcu

Zahide Topcu

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle