Ölümü Beklerken

Hayat, merhale merhale… Doğup büyüyen canlılar, dünya hayatının bir gerçeği olarak, bir gün gelip yaşlanıyor ve ömür defterini tamamlıyorlar.

Doğum, hayatın devamı için, ne kadar tabiî ve gerekli bir basamaksa; ölüm de öyle bütün canlılar açısından; kaçınılmaz, tabiî ve zarûrî… Hayat sahnesine “merhaba” diyen her canlı aynı zamanda mukadder sonun bir namzedi… İstisnâî olarak, çeşitli sebeplerle yaşlanmadan ölenler bulunmakla beraber, “yaşlılık” da bir nevî “ölümün bekleme odası”!..

O yaşlılık günleri gelip de, insanın çevresinden el-ayak çekildiği… 

Tanınan çoğu dost ve arkadaşlar, birer-ikişer kaçınılmaz sona doğru gittiği… 

En sevilen, en çok beklenen kimselerin geliş-gidişlerinin dahî seyrekleştiği, dakikaların geçmek bilmediği o ıztıraplı saatlerde… 

Hastalıkların, hassaslık ve alınganlıkların, başka bir ele muhtaçlığın zirvede hissedilmeye başladığı, insanların nisyana terk etmeye başladığı o demlerde!.. 

Sürüp giden hayatın akışı; kendi temposunu yavaşlatmış olan yaşlılara bambaşka acı duygular da yaşatır. Çevresine külfet ve sıklet gibi görünme kaygısı… Daha önce tatmadığı acziyeti, muhtaçlığı tatmak, başkasının eline bakmak; çok zor gelir insanlara!.. 

Hele özene-bezene yetiştirdiği, çok bilinen tabiriyle “yemeyip yedirdiği, içmeyip içirdiği” evlatları tarafından terk edilmek, unutulmak, önemsenmemek, dışlanmak veya kovulmak… İşte yaşlılığın en dayanılmaz yanı bu olsa gerek!.. 

Oysa bir çift güzel söz, bir güler yüz, ufacık bir hediye, her an hatırlandığını bildiren bir telefon, sevildiğini hissettiren minnettar bakışlar, yeter de artar mutlulukları için!..

Acaba böyle hasret ya da hüsran dolu bir âkıbeti, insanlar biraz da kendi elleriyle mi hazırlarlar?!.. Evlâdının karnının doymasına gösterdiği îtinayı, kalbinin ve aklının tatminine harcamayan anne-babalar; maddî hastalıklardan sakındıkları yavrularını mânevî ayazlara terk edenler… Nihayet kalbi katılaşmış, merhamet mahrumu, gününü gün eden fertler yetiştirmiş olmazlar mı? 

Kendinden başkasını düşünmeyen/düşünemeyen bencil insanlar, anne-babalarını evlerinde de barındıramazlar, gönüllerinde de!.. O anne-babalar; yapacaklarını yapmış, işleri bitmiş insanlardır ve artık sadece tarihe intikal etmeleri beklenmelidir. Onların yüzlerine yansıyan ömrün son ışıkları ürkütür gençleri… Çünkü bu, kendilerine mukadder sonu, ölümü ve dünya hayatının geçiciliğini anlatır. Bütün hayatı, ölüme karşı bir set olarak tanzim edilmiş; “ölümsüz bir dünya”, “cennet gibi” ve “sonsuz” bir hayat yaşama arzusunda olan gençler (!) için; yaşlılar ve onların yüzünde belirmeye başlamış ölüm, ne kadar katlanılmaz bir hâl almıştır. Bu yüzden evin içinde bir yerleri yoktur yaşlıların… Hatta ellerinde olsa, mahallelerinde, sokaklarında bile… Onlar, varsa bütün imkânları elinden alınarak, kendi hâline bırakılmalıdırlar!.. Yalnızlığa, hayal kırıklığına ve yok olmaya!.. 

* * *

Bir de hayatlarını güzelleştirdikleri gibi, ölümlerini; ölümlerini güzelleştirdikleri gibi yaşlılıklarını güzelleştirenler vardır. Onlar, bazen çileler çekseler de kalplerinin itmi’nanını, karınların patlarcasına şişmesine üstün tutmuşlardır… Dünya peşinde gece-gündüz koşacak yere, dünyaya, orada kalacakları zaman kadar hazırlık yapmışlardır; âhirete de orada kalacakları kadar!.. Onlar ki, evlatlarını bir emânet olarak görmüşlerdir; verilen bütün nimetler gibi, Hüdâ’nın bir emâneti… Onları madden besleyip büyüttükleri gibi, mânen de takviye ve tekâmülleri için seferber olmuşlar. Bunun için de dertlenmişler, üzülmüşler, ter dökmüşler!..

İşte şimdi onlar da yaşlanıyorlar. Yaşlandıkça huzur buluyorlar. Hayatlarını beyhûde şeylerle tüketmedikleri için, Rablerine şükranlarını arz ediyorlar. Varış noktasına yaklaşan bir maratoncu gibi, her gün biraz daha artan bir tempoyla, iyilik heybesinin yükünü artırmaya çalışıyorlar. Hastalıklar, musîbetler de sabırla güzelleşiyor. Maddî-mânevî yetişmelerine himmet ettiği evlâtları da yanıbaşında… Hep beraber otururlar, hâlleşirler. Yaşlılar, hâtıra ve tecrübelerinden bahseder; gençler de hayal ve gayretlerinden!.. Ne genç, yaşlıdan muzdariptir, ne de yaşlı, gencin yanında kendini külfet gibi hissediyor. Her biri, yaşadıkları dönemin, daha önceki yıllar gibi gelip geçeceğini biliyor. Hepsi birden kendilerine verilen en büyük nimetlerden biri olan hayatı, o nimeti lutfedenin rızâsına uygun olarak yaşamaya çalışıyorlar.

 

Yaşlılık, Allâh’ın büyük bir nîmetidir. Nefes alıp verilen her gün, Allah’ın zikredilebileceği büyük bir fırsattır. Uyanılan her sabah, yapılan yanlışları düzeltmek, hata ve günahlara tevbe etmek için tanınmış bir imkândır. Gençlikte farkında olmadan düşülen hatalar, olgunluğun eleğinden geçilerek elenir ve telâfî için gayret edilebilir. 

Hayat devam ettiği müddetçe, geçmişi topyekûn silip temizlemek mümkün olduğu gibi oraya yepyeni hayır ve güzellikler eklemek de mümkündür. Tâ ki, son nefese kadar… Verilip de bir daha alınamayan o nefes gelmediği müddetçe, her sabah açılan bomboş defterimizi istediğimiz gibi düzenleyebiliriz. Bu yüzden, bize olgunluk ve yaşlılık yıllarında da tertemiz sayfalar açan Rabbimize, eli boş ve yüzü kara çıkmamalıyız. Son ânımıza kadar elimizdeki bütün imkânları hayra sarfetmeliyiz. Ardımızdan bize sevap kazandırmaya devam edecek “sadaka-i câriye”ler bırakmalıyız.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle