Muhafaza(Kâr) Moda Akımının Neresindeyiz?

Bir abanın hikâyesiyle başladı her şey… Ona verilen değer, örttüğü uzuvlar ve giyen kişinin unvanı kadardı.

Hükümdarın sırtında kaftan, soluk benizli bir dervişte cübbe, köylüde şalvar, şehirlisinde entariydi.

İhtiyaç sahibinin sırtındaki sabır, varlıklının sahip olduğuysa sevinç ve şükür kaynağıydı.

İnsanı yazın sıcağından, kışın soğuğundan koruyacak olan; kimi zaman bir keçe, kimi zaman da bir ipek parçasıydı o…

Yüzyıllar boyu bundan öteye geçebilmeyi bir türlü başaramayan kumaş parçaları, tevâzu ile dizildiği raflardan indirilip çeşitli kreasyonlarda, defilelerde ve kombin adı verilen eşleştirmelerde zikredilir oldu.

Mal ve makam sahibinin bile birkaç gardıroptan öteye geçirmediği kıyafet; zaman sonra odalarla anılmaya başlandı. Kıyafet odaları, apartmanlardaki yerini bir bir alırken geriye sadece odanın bünyesinde bulunan rafları doldurmak kaldı.

Tabi, bunun için de gezilmeyi bekleyen nice mağaza ve muhafazakâr tesettür sitelerini dolanabilmek için fedâ edilebilecek uzunca saatler vardı.

İpek böceğinin sabırla ördüğü iplik, topraktan bütün mütevâziliği ile boy gösteren keten ve pamuk; artık alışverişin ve sözüm ona “ihtiyaç” adı altında ortaya çıkan tüketim çılgınlığının kurbanı oldular.

Oysa huzur sadelikteydi ve bunun delili olarak da Peygamber Efendimiz’in “Sâdelik îmandandır.” (Ebû Dâvûd, Tereccül, 1) hadîs-i şerîfi yetmeliydi. Fakat yetmedi, yetemedi.

Birbirinden alımlı, janjanlı kıyafetler vitrinleri süslerken unutulan ilk şey, sadelik oldu. Bizler kendimizi, aldığımız her gereksiz parçanın israf kabîlinden olan kısmını, verdiğimiz zekâtların ya da eski olanı elden çıkarmanın temizlediğine inandırırken; sömürerek almaya alışmış olan düzen, bütün hızıyla çarklarını döndürmeye devam etti.

Zaman sonra bu çarkın dişlileri muhafazakâr kesime kadar ulaşıp “muhafaza” kısmını eleyip “kâr” kısmına odaklandı.

Ve ortaya çıkan yeni akımın adı, “Muhafaza(kâr) Tesettür Modası” oldu.

Önce “Müslüman hanım da en az diğerleri kadar şık olabilmeli!” anlayışıyla yola çıkıldı ve hem tesettüre uygun, hem de zarif olan, gerçekten güzel kıyafetler sunulmaya başlandı. Zihniyetin buraya kadar olan kısmında hiçbir sıkıntı yoktu. Zira ilk kreasyonlarda dikkat edilen en büyük unsur, kıyafetlerin hatları belli etmemesiydi ve pazarlama stratejisinin ilk adımı bu şekilde tamamlanmıştı.

Sonra dünya, “Yeni Dünya Düzeni” denen mefhumla tepetaklak olmaya başladı ve bizler kendimizi ekran başında hiç yorulmadan, yerimizden bile kıpırdamadan gardıroplarımızı yenilerken bulduk.

Almak İstedikleriniz Bir Tık Uzağınızda!” mottosuyla hareket eden sistemin yeni adımı, yavaş yavaş başarıyla işlemeye devam etti. Bunun bize hitap eden kısmınaysa “tesettür modası” dendi.

“Moda” denen şey, insanlara dayatılan ve toplum hayatına giren geçici bir yenilikti. Bu yenilik ne kadar zorlansa da bizlerin üzerinde oldukça iğreti durdu. Çünkü güzel dînimiz, kadının kıyafetinde sadeliği, örtücülüğü, dikkat çekmemeyi emrederken; kapitalist sistem birbirinden gösterişli, hatları belli edebilen, albenili ürünler ortaya koyuyordu.

Sadelik güneşinin karşısında, gösteriş anlayışı çok sakîl durdu.

Yine Rabbimiz israfı yasaklarken, diğer taraf tükettikçe mutlu olunacağına inandırmaya çalışıyordu. İşte tam da bu sebeple muhafazakâr moda, pek çok açıdan İslâm ile tezat teşkil ediyordu.

Fakat denildiği gibi, bu daha ilk prova ve ilk adımdı. İnsanlar almaya, daha çok almaya, daha da çok almaya başladığı anda, bundan rahatsızlık duyan kalpleri şeytan, “Eskisini verdikten sonra özgürsün!” anlayışıyla yatıştırmayı başardı.

Belki de kendi üzerimize aldığımızın aynısını din kardeşimize de alabilseydik; ona alırken de tıpkı kendimize gösterdiğimiz gibi marka ve kalite hassasiyetini gösterebilseydik; aslolanın eskiyi değil, yeni olanı vermek olduğunu hayatımıza geçirebilseydik, bizim üzerimizde oynanan bu oyunu görebilecek ve israfı hayatımızın merkezine oturtmaya çalışan zihniyete karşı dimdik durabilecektik.

Ama biz kadındık ve zaaflarımız vardı, nefsimizin çok iyi bildiği zaaflardı bunlar...

Bu zaaf, kimi zaman “kına gecesi” adı altında yapılan merasimlerde, bir gece için ardı ardına değiştirilen kıyafetlere milyonlarca lira ödeyerek, kimi zamansa her mecliste farklı farklı görünme arzusuyla kendini gösterdi.

Oysa giydiği gelinliği bile hesap ederek alan, belki de eşin-dostun gelinliğiyle düğünler yapan bir neslin evlâtlarıydık biz... Bayramda alınanı uyurken dahî yanımızdan ayırmaya kıyamayıp, yatağımızın altında bekletecek kadar alınanın kıymetini bilen evlâtlardık.

Değerliydi çünkü o. Sadece bir kumaş parçası değildi. Kurduğumuz düşlerin elbiseye dönüşmüş hâliydi. İşte bu sebepten, tam da bu sebepten çok mutluyduk, hepsinden öte huzurluyduk.

Tıpkı şu hikâyedeki çoban gibi:

Zamanın birinde hükümdarın kızı hastalanır. Hekimler tedavi için uğraşır, fakat hiçbiri kızın derdine devâ bulamaz. Çaresiz kalan hükümdar, devrin hikmet ehli zâtını huzuruna çağırır. Ona kızının derdine devâ bulup bulamayacağını sorar. O hakîm:

“-Hükümdarım! Hiçbir derdi olmayan birini bulacaksınız ve onun gömleğini kızınıza giydireceksiniz.” der.

Hükümdar, hemen ferman verir ve bütün ülke aranır. Maalesef dertsiz hiç kimse bulanamaz. Bir müddet sonra hükümdarın elçileri dağda bir çobana rast gelirler. Uzunca bir araştırmadan, sorgu sualden sonra onun hiçbir derdinin olmadığını öğrenirler ve gömleğini isterler.

Bizim dertsiz çobansa şu cevabı verir:

“-Hükümdarımıza söyleyin, benim gömleğim hiç olmamıştır.”

Bu kıssadan bize düşen hisse:

“Derdi olanın gömleği çok, olmayanınsa zaten yok...”

Belki de derdi, gömleği olmadığı için yok...

Bize dayatılan tüketim çılgınlığına kapılmadan, huzurlu bir ömür yaşamamız duâsı ile…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle