Yavaşla!

Baş döndüren bir hızla akan ilginç bir zamanı yaşıyoruz. İnsanların içine düştüğü acımasız bir telâşa şâhit oluyoruz. Aynı zamanda kapitalist anlayışın geldiği noktada, makine hâlini almış bir insan tipi ve ardına, önüne, sağına, soluna bakmadan son hızla koşan bir insanlık manzarası var önümüzde... İnsan sormak istiyor:

“Nereye bu gidiş?”

“Nereye bu kaçış?”

Yahut Necip Fazıl Üstâd’ın ifadesiyle, insanlığa “Durun!” diye haykırarak bu gidişin bir sonunun olmadığını ifade etme mânâsında;

Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!

Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak

Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden

Çatırtılar geliyor, karanlık kubbemizden…” mısralarını okumak istiyor insan.

Bir kıyamet sahnesi gibi bugün yaşananlar… Yükselen benlik duyguları, acımasızlık, insanları sınıflara ayırarak tepeden bakışın belirginleştiği bir zaman dilimi… İnsanlık, huzur ipini kopardıktan sonra dünyada daha çok acılar ve dramlar yaşanacak. Bir kıyamet alametinden öte bir kıyamet sahnesi...

Gücü olan, kuvveti ve nüfuzu olan gemiye binebiliyor. Gerisi, kendisini denizin hırçın dalgaları arasında buluyor. Belki gemiye binenler, “Kurtulduk!” sanıyor; ancak unutmamak lâzım ki, Nûh tufanı, nice isyan dolu gemileri denizin dibine batırmıştır.

Bugün modern insan aklı, büyük bir şaşkınlık içindedir. İlâhî kudret karşısında küçücük aklıyla îcat ettiği teknolojik imkânlar yüzünden kendi putunu kendisi yapan ve onun önünde saygı ile eğilen putperestler gibi, acı, ama komik duruma düşmüştür.

Bir kaçış, bir telaş ve nereye gittiği belli olmayan bir insan tipi var karşımızda… İnsanı, insanın insafına bıraktığınız zaman, yani insanın rûhî sıkıntılarının çaresini insan aklında aradığınız zaman, bir tarafta insan öğüten mekanizmalar, diğer tarafta güyâ onu tedavi etmeye çalışan başka mekanizmalar... Aynı yapının farklı çarkları... Neticesi, “çıkmaz” olan bugünün modern insanının aklı, artık insanlığı mânevî bir iflasın eşiğine getirmektedir.

Her türlü medya aracını kullanarak fikir ve sözde yeniliklerle (!), insanlığa bir “sürü” muâmelesi yapan kapitalist aklın, dünyayı içine sürüklediği içler acısı durum ortadadır. O yüzden insana ve insanlığa çağrımız öz olarak şudur:

“Yavaşlamalı ve varlık âleminin farkına varmalıyız!”

Kâinatı dinlemeye, kendimizi dinlemeye, ilâhî tecellilerin farkına vararak yeniden îman etmeye ihtiyacımız var. Bizi ve tefekkür dünyamızı sığlaştıran, bakışlarımızdaki derinliği yok eden her türlü dış alâkalardan uzaklaşarak, yeniden insanlık aslımıza dönmeye ve huzuru burada aramaya ihtiyacımız var. Birbirimizin yüzüne bakmaya, gözlerindeki kederi ve sevinci görmeye, kalplerimizdeki muhabbeti hissetmeye, yani insanlığımızı hatırlamaya ihtiyacımız var.

Korkunç bir çağ içinde mutsuz insanlarının gittikçe arttığı bir zamanı ve o zamanın yıkıcı âfetlerini yaşıyoruz, hep birlikte... Birçok mefhumun mânâsını ve derinliğini kaybettiği bir telaş dünyası... Gücün ve kuvvetin veya sahip olunan varlıkların bir noktadan sonra bir şey ifade etmediği, âdeta “Azıcık aşım, ağrısız başım!” denebilecek bir dönemi yaşıyor bütün dünya… Hani insan; “Bunu da mı görecektik?” şeklinde sözler eder ya, işte o türden günlerin içindeyiz. “Ne oldu? Nasıl oldu? Neden böyle oldu?” sorularının cevapları beyin yakar mahiyette…

“Sabır, yavaşlamaktır!” diyor bir mütefekkir… Rabbimiz, her dâim kullarına sabrı tavsiye ediyor. Yani farkında olmayı... Hâdiselere sağlıklı bakabilmeyi... Acele etmemeyi… Çünkü sabır ve teenî ahlâkına ulaşan insanlar, hâdiseleri daha isabetli bir şekilde değerlendirebilirler. Tefekkür ve teenniyle hareket edenler, daha isabetli bir neticeye ulaşırlar. O yüzden hayatı en güzel şekilde idrak etmenin ve hayata mânâ kazandırmanın yolu, sabırlı olmaktan geçer.

Hayatın her aşamasında şahit oluyoruz ki, sabırla sabırsızlık arasında, kazanmak ve kaybetmek kadar önemli bir fark var. Her şeye sabır gerekli… İnsana, eşyaya, hâdiselere… Hattâ insanın kendisine dahî sabretmesi gerekir. Kendine sabredemeyen, kendine tahammülü olmayan bir insanın, başkalarına sabrı da zor olur.

“Sabır” kelimesi, Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde Rabbimizin kullarından istediği bir davranıştır. Sabredenlerin müjdelendiği, sabırla Allah’tan yardım istenilmesi gerektiği, sabredenlerin kurtuluşa ereceği hemen ilk anda aklımıza gelen âyet-i kerîme meâlleri... Bu kadar mühimdir sabır davranışı.

“Hız” ve “haz” diye şuuraltlarına yerleştirilen çağın hastalıklı bakışı, üzülerek ifade etmek gerekir ki, nesillerimizin ifsadına sebep olmaktadır. Hız ve haz çengeline takılan karakterler, hayatın her ânının böyle olması gerektiği hatasına düşerek bir tür psikolojik rahatsızlığa yakalanıyorlar.

İletişimin övüldüğü, ama aslında herkesin tek başına yaşatıldığı ve kontrol altında tutulduğu bir anlayışın kurbanı olan bizler, sormadan, sorgulamadan âdeta bize dayatılan bu kalıp davranış biçimlerini kısa sürede benimsedik. Meselâ insan hayatı, neden bu kadar hızlı olmalı? Her istediğimizde istediğimiz kişiye, istediğimiz yere veya eşyaya bu kadar hızlı ulaşmak, her zaman faydalı mı? Bunun hayatımızda ne gibi olumsuz neticeleri var? Biz bu imkânlar içinde sevdiklerimize eskilerden daha fazla mı zaman ayırıyoruz? Çok hızlı bir şekilde mekân ve zaman değiştirmek, yanı başımızda, burnumuzun ucunda olan şeyleri görmemizi, ânı yaşamamızı kolaylaştırıyor mu, engelliyor mu? Ayıklanmamış bu kadar bilgiye, yine bu denli hızlı ulaşmak ne kadar verimli? Hayatımızda her yaptığımızın bu kadar hızlı başkaları tarafından biliniyor olması, bizim hangi taraflarımızı tüketiyor? Daha nice benzeri sorular…

İnsanlık aslına dönmeli. Fıtratına dönmeli. İnsanlık zaafiyetlerinin farkında olarak kendi ürettiği imkânları bir put hâline getirmemeli.

Sabır dedik ve sabrın yavaşlamak olduğunu ifade ettik. Bugün fert ve toplum olarak şöyle bir durmaya, tefekkür etmeye ve iç muhasebeye âcil ihtiyacımız var. İçimizdeki virüsleri tedavi etmeye ve mânevî olarak arınmaya ihtiyacımız var. Şu hız ve haz belâsından kurtulmaya ve nesillerimizi de bu musibetten korumaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

Zihin dünyamızı boş bırakmayan, “zamâne illeti” denebilecek birtakım sahte sosyalliklerden,

Fikir dünyamızı ifsat eden, ne konuştuğunu kendi dahî bilmeyen, köksüz sözde mütefekkirlerden,

Gönül dünyamızı yıkan, istismarcı anlayışlardan kurutulup kendimize dönmeliyiz.

Bize bizi hatırlatan, rûhumuza mânevî neşe veren; dünyaya ait hiçbir şey için telâşeye düşmeden ukbâya dâir her şeyde çok acele etmemizi tavsiye eden yüce gönüllere ihtiyacımız var.

 

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle