KIYMETLİ GENÇ İNSAN!

 

Eğlen ama gâfil olma, dinlen ama âtıl olma,

Bir velîye esîr ol gel! Sen sen ol, sende hapsolma!

 

Sen, büluğ çağına girmekle, çocukluğu da sona ermiş bulunan; Allah katında, yapmaması gerekirken yaptıklarından ve yapması gerekirken yapmadıklarından mes’ûl bulunan bir yetişkinsin. O hâlde öncelikle, sana “daha çocuksun” diyenlere aldırma!.. Zira onların birçoğu seni, “daha çocuksun, namaz kılmana ne gerek var?” diyerek oyalamaya, “ayol daha küçüksün, baş örtmek de nereden çıktı?” diyerek kandırmaya durur. Kimileri de “sen sadece ödevlerini yap, başka bir işe karışma!” diyerek seni, tek taraflı bir eğitimin kurbanı etmeye, tek kanatla uçurmaya kalkışacaktır.

Üzücü olan şu ki; belki de bu kişiler arasında öğretmenlerin, annen ya da baban da bulunacaktır. Hâsılı sana zarar, düşman bildiklerinden değil, bazen en yakınlarından gelebilir. Gözlerini iyi aç ve dikkat et.

Etiket sevdâsının kol gezdiği şu devirde, makam, mevkî ve isim yapmak yolunda, Allah rızâsından tâviz vermende bir mahzur olmadığını söyleyenler, iyi bil ki, Allâh’ın “celâl” sıfatını ciddiye almayanlardır. Onlar, “Evladım, günahı onların boynuna!..” demek sûretiyle seni, kulluğunun bir gereği olan “fedâkârlık ve sabır” gibi iki mühim mes’ûliyetinden muaf göstermeye çalışırlar.

Sana “tâvizin, fedâkârlık olduğunu söyleyenlere karşı” da dikkatli ol! Zira tâviz ile fedâkârlık arasında dağlar kadar fark vardır. Yine de bu koca farkı göremez ve ayırt etmekte zorlanırsan, sana yardımcı olacak bir söz söyleyeyim:

Tâviz; dünyevî bazı kazançlara kavuşmana yol açsa da, vicdanında sızıya, rûhunda huzursuzluğa sebep olur.

Fedâkârlık ise, dünyevî bazı kazançlardan mahrum kalmana sebep olsa bile, mânevî bakımdan nice hayra erdiğini hissetmeni sağlar. Vicdanın rahat, rûhun sükûn içinde olur.

Henüz pek gençsin. Hiç unutma ki, Hak katında ibâdetlerin en sevimlisi, işte, nefsinin bütün kuvvetine rağmen, sabrederek, azmederek devam ettiğin ve edeceğin namazlarındır. Buna bağlı olarak, yapacağın her türlü hayır, ihlâsla olduktan sonra, şüphesiz, nice ecirler kazanmana vesîle olacaktır. O hâlde, hazır gücün-kuvvetin de yerindeyken, davran, durma da hayırlar için koştur.

Her baharın sonrasında, elbet bir kış gelir, unutma. Bir karıncayı dikkatle seyret de, onun kış için yaptığı “hırslı” hazırlıktan ders al. Şu farkla ki: Senin hırsın ve gayretin, hakikî azığı biriktirmek yolunda olsun. Yani sen, “rûhuna gıda olacak dânenin peşine düş”. Böylece kış geldiği, yani bedenine yaşlılık çöktüğü, ölüm iyice yaklaştığı vakit, gönlün Rabbine yakınlaşmış olmanın sevinciyle dolsun da, gurbetten sılaya gidişin, sürûr olsun.

Bilirsin ki, ölmenin yaşı yok. O hâlde, ölümün her ân, senin için de gelebileceğini hatırından çıkarma da, programını ona göre yap. Hani, yarın nereye gideceğini, kimlerle görüşeceğini, hangi arkadaşlarınla buluşacağını iyi düşün. Sen, sana cennet yolu olacak kişiye yakın dur. Eğlencen cehenneme değil, cennete yaklaştırsın seni. Eğlen; ama gâfil olma! Dinlen; ama âtıl kalma!..

Bebekliğinden bu yana gitmediğin doktor, belki de kalmadı. Dâhiliye, hâriciye, diş doktoru, göz doktoru, ortopedi uzmanı… Ne vakit bir yerinden şikâyet etsen, annen ve baban merhametle kucaklayıp, âcile yetiştirdiler seni. Peki, gönlün ağrıdığında, duyguların, düşüncelerin hastalandığında neler oldu? Eğer böyle zamanlarında herkesi bir âcizlik kapladı da, dertli ve garip bir hâlde ortada kaldıysan, sözümü iyi dinle: Bil ki, böyle durumlarda kapısını çalman gereken kişi “gönül doktoru”dur.

Şimdi, önemine binâen açıklamak istiyorum: Gönül doktorlarına “mürşid-i kâmil” de derler. Onları “gönül câsusları” diye ananlar da vardır. Gönlün dibini-bucağını öyle güzel bilirler, Allâh’ın izniyle, hastalarının hâllerine öyle isâbetle vâkıf olurlar ki, şaşar kalırsın. Sana tavsiyem, eğer hâlâ tutunmadıysan, bir gönül doktorunun eteğine sımsıkı tutunmandır. Kim ki, bir mürşîde esir olur, biiznillâh, hakikî özgürlüğe kavuşur. Zira o gönül mütehassısları, Hak’tan gayrı söylemezler ve onlara tâbî olmak demek, mânen vârisi oldukları Hazret-i Peygamber’e, Hazret-i Peygamber’e tâbî olmak da Hakk’a tâbî olmak demektir.

Şimdi, bu söylediklerimi, bir cümlede toplayalım: “O’nun nazlısına tâbi ol!..”

“O” kim? Allah -azze ve celle-…

“O’nun nazlısı” kim? İşte az önce anlattığım gönül doktoru. Neden nazlı? Allâh’a pek yakın, samimi kuldur ki, ne vakit elini açıp yalvaracak olsa, Allah onun duâsını kabul buyurur. O mübârekler, Hak ile öyle güzel bir yakınlık içindedirler ki, el açtıklarında geri çevrilmez. Yakardıklarında kabul görür. Allah onları sever, onlar Allâh’ı severler. İşte bu cihetten, nazlı kuldur onlar…

“Tâbî olmak” ne demek? Yap dediklerini yapmak, kaç dediklerinden kaçmak. İşine gelse de, gelmese de, sana “doğru” görünse de, görünmese de, tâbî olursun. Zira onların, kendi hevâlarından konuşmadığına îmân edersin. Tâbiiyet mühimdir, zira onlar peygamber vârisleridir. Vazifeleri, irşaddır.

O hâlde sakın, “ben daha bir mürşide talebe olacak kıvamda değilim, daha namazlarım eksik, daha tesettürüm yarım, aman canım, daha yaşım kaç, başım kaç!..” deme. Zaten sen, her eksiğini tamamlamış kâmil bir insan olsan, mürşide ihtiyacın kalmazdı. Eksiklerinden ötürü muhtaçsın. Hastalıklarından ötürü kapısında ve eteğinde olmalısın. Sana, daha erken, diyerek vesvese verecek olan şeytana kanma. Zararın neresinden ki dönersin, oradan itibaren kârdasın.

Zaaflarını ve kusurlarını peşin peşin kabul et. Bunlardan ötürü ümitsizliğe düşme de, emân dile. Yakarışında samimiysen, eteğine tutunacağın mürşid-i kâmile teslim ol. Hiç şüphe yok ki, her işinde olduğu gibi, teslimiyetinde de zaafa düşeceksin. Olsun. Doktora, hastasıyla meşguliyet, hastaya da doktorun kapısında “medet medeeet!” diye inlemek yakışır. Bir de şu yakışır ki, doktorun verdiği reçeteye harfiyen uyar, söz tutar. Kafasına göre davranmayıp, ne denildiyse onu yapar. Âh işte, öyle hastaya doktor, canı gibi bakar. Öyle hastanın canına doktor, biiznillâh, gün be gün can katar.

Mürşidine yakın ol. Yakınlık, her dakika peşinde dolanmakla, yanında oturmakla değildir. “Asıl yakınlık, söz tutmak ve hizmet etmek iledir.” Hâlini içtenlikle arz et. Hataların için her dem tevbe et ki, en güzel tevbe, dönmemek üzere bir günaha veda etmekle olur. Pişmanlık duya duya, yine aynı hatayı işlemeye devam ediyorsan bile vazgeçme, tevbeye devam et. Böyle olursan, “sevilen, nazı çekilen” olma nîmetine kavuşursun. Nîmet himmettir. Himmet oldukça da nimet bereketlenir. Naz, niyaz ve tevbe, düsturun olsun. Bu dediklerimi sadece yaşarsan anlayabilirsin. O hâlde durma, yaşa!

Tüm bunları, af ve merhamete kavuşmak ümidiyle yaşamak, ne de büyük bir nasiptir. Karşına çeşitli imtihanlar çıktığında; yılmadan, nefsine esir olmadan, en güzel tavrı takınmayı başka türlü öğrenmen çok zor. Olgunlaşman, kâmil bir mümin olma yolunda adımlar atman, elini eteğini tuttuğun “kâmil rehber” ile kolaylaşır. Af ve merhamete kavuşman iki şekildedir: Birincisi, af ve merhametle muâmele etmeyi öğrenmen; ikincisi, nice günah ve kusur ile Hakk’ın huzuruna çıktığın vakit, af ve merhametle karşılanman açısından…

Şimdi, son kez tekrarlayalım: Af ve merhamete kavuşmak istersen, naz, niyaz ve tevbe ile, O’nun nazlısına tâbî ol.

Bu bir duâdır. Bu duâyı dilersen, hemen şimdi ezberle. Gönlüne geldikçe söyle. Allah kabul buyursun. Ki, sen sende hapsolmadan, özgürlüğü bulursun.

Bu yazının muhâtabı olup olmadığını nasıl anlayacaksın, onu da söyleyeyim:

Öncelikle, eğer kırk yaşında ya da daha küçük yaşta isen, bu yazı sanadır. Zira gençlik genel olarak, on iki-on üç yaşlarında başlar, kırk yaşına kadar sürer. Biraz hamlık, dalgaların çokluğu, arayışlar, yanışlar, yakışlar vardır gençlikte. Seyretme, anlamaya çalışma vardır. Kırk-altmış yaş aralığı “orta yaşlılık” dönemidir ve aktif hizmet yaşıdır. Altmış yaştan sonrası ise yaşlılığın başladığı zamandır ve gençlere, tecrübeleriyle rehber ve danışman olmanın tam sırasıdır.

Şimdi bu gruplandırmaya ek olarak şunu da ifade etmemiz gerekir: Taze, heyecanlı, duru insan gençtir. İdealleri, projeleri ve bunları gerçekleştirebileceğine inancı bulunan insan gençtir. Coşkusu, aşkı, umûdu olan insan, gençtir. Gençlik deyince, bizim aklımıza, dinçlik gelir. Gençlik denilince, bizim aklımıza, yirmi bir yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih Sultan Mehmed Han gelir. Seksen küsur yaşında surlara dayanan Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri gelir. Demek ki, yaşın kaç olursa olsun, şu bahsi geçen genç ruh sende ise, elbet bu yazı sanadır da…

Dünya imtihanının şifrelerini çözebilen, mezara kadar genç kalır. Zira öylesi, neden doğduğunu, nereye gitmekte olduğunu çok iyi bilir de, uyuşmaya, gevşemeye, durmaya hâli kalmaz. Biz diyeceğimizi dedik. Hadi şimdi yolun açık olsun. Allah Teâlâ, kem gözlerin nazarından, bil cümle gençlerle beraber, seni de korusun. Âmin…

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle