KİTÂB-I KÂİNÂT: KUR’ÂN-I KERİM

Cenâb-ı Hakk’ın, insanlığa rahmetinin en büyük tecelligâhı olan Kur’ân-ı Kerîm, beşeriyet için kıymeti târiflere sığmayacak derecede ulvî bir nîmettir.

Nitekim, Cennet’e dâvet edilen insan için, hayat yolculuğunun meçhullerini mâlum kılan, problemlerini en güzel bir sûrette çözüme kavuşturan, karanlıklarını nûruyla aydınlatan bu nîmet; akıl ve kalp için her bakımdan tatminkâr deliller ihtivâ eder.

Çünkü o, hasta ruhlara şifâ, yorgun gönüllere safâ bahşeden ilâhî bir hikmet menbaıdır.

Kur’ân, murâd-ı ilâhîyi ifade eder. Bu bakımdan onun her harfinde bin bir mûcize ve hikmet gizlidir. Kur’ân-ı Kerîm’in ihtiva ettiği mânâları belirtmek için yapılan tefsirler ve tercümeler; ancak sonsuz bir okyanustan terzi yüksüğü ile su almak kabîlindendir.

Bu bakımdan beşerî ilim ve tefekkür ne kadar yükselirse yükselsin, Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevasındaki hakikatlerin ufkuna asla varılamaz.

Yalnız âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “…Takvâ sahibi olun, Allah size (bilmediğinizi) öğretir!..” (el-Bakara, 282)

Çünkü takvâ ile yaşayana Allah, satırlarda olmayanı öğretir.

Nitekim yakın tarihimizde yaşanmış olan şu hâdise, Kur’ân-ı Kerîm’in bütün hakîkatleri özlü bir sûrette ihtivâ eden ilâhî bir kitap olduğunu ve Cenâb-ı Hakk’ın o hakîkatleri bazı kullarına ikrâm ve ihsân ettiğini ne güzel ifâde etmektedir:

1914-1918 yılları arasında Sadrazamlık yapan Said Halim Paşa’ya kendisiyle görüşen bir İngiliz diplomatı, bilvesîle şu suâli sorar:

“−Paşa Hazretleri!.. Müslümanlar bütün hakîkatlerin ve bu arada fennî gerçeklerin Kur’ân’da mevcûd olduğunu iddiâ eder dururlar. Lâkin bir gerçeği, biz Batılılar keşfedip ortaya koymadıkça da Kur’ân’dan çıkarıp gösterememektedirler. Benim aklım buna hep takılmaktadır. Acaba siz ne dersiniz, böyle midir?”

Said Halim Paşa, Mısır’da büyüdüğü, Arapça’ya vâkıf olduğu, devrin îcâbı İslâm’ı oldukça iyi bildiği hâlde kendine göre bir izâhatta bulunur. Ancak ortaya koyduğu fikirler, İngiliz diplomatı tatmin etmez. Bu duruma oldukça canı sıkılan Sadrazam Halim Paşa, Osmanlı Meclis-i Mebusânı’na telefon ederek o zaman mecliste pek çok olan din âlimlerinden birinin acele sadârete gönderilmesini talep eder.

Bu sûretle getirilen hocanın verdiği cevaplar da İngiliz diplomatı tatmin etmeyince Said Halim Paşa, İngiliz’den ertesi güne kadar kendilerine müsâade edilmesi ricâsında bulunur ve meclisten gönderilen hocaya da:

“−Âlimleri ve hocaefendileri, sen benden daha iyi tanırsın. İçlerinde bu İngiliz diplomatın gönlünü tatmin edecek bir izahatta bulunabilecek her kim var ise, onu arayıp bul ve yarın benim yanıma getir!..” der.

Bu hocaefendi, bu iş için kalkıp Yalova’nın Reşâdiye Köyü’nde oturan Nakşî meşâyıhından Dağıstanlı Şeyh Şerâfeddîn Efendi’nin huzûruna gider.

Şeyh Şerâfeddîn Efendi, Şeyh Şâmil’le birlikte Türkiye’ye gelip yerleşmiş olan cemaattendir. Sultan Reşad, yerleştikleri köydeki hazîne arâzîsini onlara tahsîs etmiş bulunduğundan bu köye “Reşâdiye” (şimdiki Güney Köyü) adı verilmiştir.

1930 yılında vâkî olan “Menemen Vak’ası”nda uzun bir müddet hapis yatmış ve nihâyet berâat etmiş bulunan Şeyh Şerâfeddîn Efendi, o zaman ziyâretine gelen hocadan durumu öğrenince onu köyünde bir akşam misâfir eder, ertesi gün de sabah namazıyla birlikte bir faytona binip öğlen üzeri birlikte Cağaloğlu’ndaki Sadâret’e gelirler. İngiliz diplomat tekrar huzûra çağrılarak kendisinden suâlini tekrarlaması istenir. Söylenenleri dinleyen Şeyh Şerâfeddîn Efendi şöyle cevap verir:

“−Evet, Kur’ân-ı Kerîm’de kıyâmete kadar vâkî olacak fennî keşiflerin hepsi mevcuttur. Çünkü O, bir “Kitâb-ı Kâinât”tır. Bu gerçeklerin, siz Batılılar, fiilen ortaya çıkarmadıkça bir müslüman tarafından Kur’ân-ı Kerîm’den çıkarılıp gösterilemediği de doğrudur. Ama bunun üç sebebi vardır ki; size bunların ikisini söyleyebilirim. Üçüncüsü, siz Batılılar’ın aleyhine olduğundan onu söylemek nezâkete aykırı olur.”

İngiliz diplomat, her üç sebebin de söylenmesinde ısrâr edince Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri şöyle buyurur:

“−Kur’ân-ı Kerîm’de fennî hakîkatlere temâs “sarâhat”le, yani tafsîlatlı olarak değil, “delâlet” yani işaret kabîlinden ve hülâsa olaraktır. Bunun birinci sebebi, eğer bu gerçekler, sarâhat cihetiyle olsaydı Kur’ân’ın hacmi alabildiğine genişleyeceğinden onun ezberlenmesi imkânsızlaşırdı. Hâlbuki diğer semâvî kitapların başına gelen tahrîf hâdisesinin Kur’ân için vâkî olmama sebeplerinden biri de bu ezberlenme keyfiyetidir. Yazının yaygın olmadığı bir zamanda tahrif, ancak bu sûretle önlenebilirdi.”

İngiliz diplomat:

“−Eh…” deyip pek tatmin olmamış gibi görünür. Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri devamla:

“−Fakat asıl sebep bu değildir. Eğer kıyâmete kadar bâkî kalacak olan Kur’ân-ı Kerim, fennî gerçeklere sarâhat cihetiyle temâs etmiş olsaydı, asırlardan beri mü’min ve müslim olan insanların çoğu, zamanlarındaki fennî terakkî seviyesi itibâriyle onları kabûle yaklaşmayıp inkâr ederler ve îmân dâiresinden çıkarlardı. Lâkin bu fennî gerçekler, fiilen ispat edildikten sonra delâlet cihetiyle olan kısmı da Kur’ân-ı Kerim’den öğrendiklerinde îmânlarının kuvvetlenmesi gibi bir netîce elde ederler.”

Şeyh Şerâfeddîn Efendi, üçüncü sebebi zikretmeyi nezâkete aykırı telâkkî ettiğinden mâzur görülmesini talep ettiyse de İngiliz diplomatın ısrârıyla onu da şu şekilde ortaya koymuştur:

“−Kur’ân-ı Kerîm, zikrettiğim şu iki sebep yüzünden fennî gerçeklere “sarâhat” yerine “delâlet” yoluyla temâs etmiş olduğundan, bu gerçekleri herkes anlayıp kavrayamaz. Lâkin bunları, siz Batılılar tecrübe edilir ve ispatlanır hâle getirmeden de bilenler vardır. Bunlar ilimde “rüsûh sahibi” olan ve zâhirî ilimler kadar ledünnî ilimlere de vâkıf olan kimselerdir. Yalnız onlara da bildiklerini söylemek husûsunda müsâade yoktur.

Bunun sebebi de dünya hayatının sa’y (çalışma) esasına dayalı olan aslî nizamı muhâfaza olduğu kadar, aynı zamanda siz Batılılar’ın her fennî keşfi egoistçe kendi emelleriniz istikâmetinde ve başka milletlerin aleyhine kullanmanızdır.

Sizin Kur’ân’dan çıkarılacak bir fennî keşfe vâkıf olmanız engellenemeyeceği içindir ki, bu bize yasaklanmıştır.” deyince İngiliz diplomat, bunun bir “bahâne” olduğu yolunda îtirazda bulunmuş ve onu iknâ etmenin mümkün olmadığını gören Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri, şu sözleri söylemeye mecbûr kalmıştır:

“−Bak ekselans!.. Ben de Kur’ân’ın delâlet cihetiyle temâs ettiği fennî gerçeklerin kâffesine bir ilâhî mevhibe olarak vâkıf olanlardanım. İstesem, size kıyâmete kadar vâkî olacak bütün fennî keşifleri sayabilirim. Lâkin bunu yapmak, benim için mânevî bir intihâr olur. Ancak gerçeğin, bu söylediğim gibi olduğunu kabûl edebilmeniz için size başka hârika bir bilgi sunabilirim.”

İngiliz diplomat:

“−Meselâ ne gibi?” diye suâl edince Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri:

“−Sizin ceddinizi, tâ Âdem -aleyhisselâm-’a kadar sayabilirim.” karşılığını vermiştir.

İngiliz’in talebi üzerine de onun ceddini geçmişe doğru saymaya başlayınca, İngiliz diplomat:

“−Dur! Bir dakîka... Sen bunları nereden biliyorsun!? Yedinci göbekten öteye ben dahî bilmem.” der.

Söylenenlerin doğruluğunu tasdik makâmındaki bu cevâba karşılık olarak Şeyh Şerâfeddîn Hazretleri devamla:

“−Ben sâdece bunu değil, sizden dünyâya gelmiş ve kıyâmete kadar gelecek olanları da sayabilirim.” diyerek, karşısındaki İngiliz’in önce çocuklarını sonra torunlarını, daha sonra da henüz dünyâya gelmemiş olan neslinin İngilizce isimlerini teker teker saymaya başlayınca, İngiliz diplomat, Sadrâzam’a dönerek:

“−Paşa Hazretleri!.. Ben sizden bir din âlimi istedim, siz bana bir sihirbaz getirdiniz!..” diyerek kendisi için mantıken mecbûrî hâle gelmiş olan hidâyetten kaçınmış ve bunun ilâhî takdîre bağlı bulunduğu gerçeğine yeni bir misâl olmuştur.

Bu hâdisenin de ifade ettiği gibi, kâinâttaki bütün hakikatleri meknuz olan Kur’ân-ı Kerîm, kelimeli bir cihan; kâinat ise kelimesiz bir Kur’ân’dır. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim, derin bir tefekkür ufkudur. Yerin-göğün lisanıdır. Ruhlara bereket ve rûhâniyet hazinesidir. İnsana ithaf edilen bir beyan mûcizesidir.

Nasıl ki bir tırtılın kelebek olması için kozaya, bir yavrunun dünyaya gelmesi için anneye, bir tohumun ağaç olması için toprağa ihtiyacı varsa, insanın da kâmil bir hüviyet kazanabilmesi için Kur’ân-ı Kerîm’e ihtiyacı vardır.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’den uzak bir gönlün, nasıl bir muhtevâda olduğunu Peygamber J Efendimiz, şu sözleriyle ifâde buyurmuştur:

“Kalbinde Kur’ân’dan bir miktar bulunmayan kimse, harap bir ev gibidir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 18; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1)

Kur’ân ile duygu derinliğine nâil olabilmek ve Kur’ân’ın muhtevâsındaki ulvî mânâları amel-i sâlihler hâlinde davranışlara aksettirebilmek için, kalplerin mutlaka pozitif enerji ile yâni muhabbet ve rûhâniyetle dolması zarûrîdir.

Tarih şahittir ki, fertler, âileler ve milletler, ilâhî emânet olan Kur’ân-ı Kerîm’e tâbî oldukları nisbette âbâd olmuşlardır.

Gönüllerimizin, içinde hiçbir hayat emâresi görülmeyen kurak bir çöl hâline gelmemesi için, bizlere en büyük ilâhî emânet olan Kur’ân’ı okumak, anlamak ve yaşamak sûretiyle dâimâ baş tâcı etmemiz gerekmektedir.

Ne mutlu, günümüzde Peygamber Efendimiz’in ve O’nun sevgili ashâbının muhabbet çağlayanından bir nasip alarak gönüllerine îmânın vecdini, sadırlarına Kur’ân’ın rûhâniyetini, ruhlarına hizmet ve gayretin heyecanını, vicdanlarına güzel ahlâkın letâfetini yerleştirip ebedî saâdetin bitip tükenmez mânevî hazzı içinde ömür süren mü’minlere…

Yâ Rabbi! Gönüllerimizi Kur’ân’ın bereketiyle feyizlendirip, huzûruna sevdiğin ve râzı olduğun bir kul olarak gelebilmeyi ihsan ve ikrâm eyle…

Âmîn…

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle