İstikbâl Yolcusu

“Sanat Harikası İnsanın Var Oluşu” ile alâkalı yazı dizisine başladığımız tarihten bugüne yıllar geçti. Tıp fakültesinde öğrenci iken; hayret ve hayranlıkla ağzımın açık kaldığı, idrâkimin sınırlarını zorladığı, hattâ öyle ki nice zaman:

“Bu kadar mükemmel işleyen bir sistemden habersizdim ve o yine de çalışıyordu. Şimdi aralanmış bir kapıdan sonsuzluğa bakıyorum ve baş döndürücü bir âlemle karşı karşıyayım! Kurulmuş bir saat gibi tıkır tıkır işleyişine devam eden bu hayret verici düzen, böylesine intizamlı nasıl yürütülüyor?!” diyerek şaşakaldığım, bazen kendi kendime düşünmekten işi “hastalık hastası!” olmaya vardırdığım nice konuları; sınırlı dergi sayfalarında kaleme almak, sonsuz bir kütüphanenin bir kelimeye sığdırılması, uçsuz bucaksız bir kâinâtın, mikro âleme sırlanması gibi zordu.

Aldığım eğitimin ruhsuz ve fukara lügatiyle, bir şiir-i bercesteyi ifade etmeye kalktığımı; değil her yazıda her satırda yaşadım desem, acaba mübâlağa etmiş olur muydum?!

Hiçbir şey değilken, hattâ anılmaya değer bile değilken,[1] Cenâb-ı Hakk’ın halîfesi[2] sıfatıyla melekler meclisinde anılmış olmam, eşref-i mahlûkât olarak Cennet’te varlık sahnesine çıkmam, meleklerin secdesine[3] kıblegâh olmam ve var oluş hikmetine binâen gönderildiğim yeryüzünün benden asırlar önce, çok ince hesaplarla benim için hususî olarak hazırlanması ve eşsiz bir sergi mâhiyetinde emrime âmâde kılınması[4]...

Bunların her biri, üzerinde derinden derine düşünülmesi ve şükredilmesi gereken sonsuz lûtuflar iken; gözle görülmeyen iki hücrenin muhabbetle kaynaşması neticesinde, sağlam bir karargaha emanet edilişim, haftalarca orada su içinde emniyetle yüzüşüm, kendimden habersiz, değersiz bir minik nokta iken kıymet verilişim, kudretle sarmalanışım... Muhtaç olduğum her şeyin şefkatli bir kudret eli tarafından gönderilişi; aylarca sımsıkı bağlandığım yerden, tam da zamanında, nice tedbirlerle ayrılışım, seyr-i bedâyî olan âleme şeref konuğu olarak adım atışım...

Sıcacık, şefkatli bir sînede, yumuşacık steril musluklardan damak tadıma ve çene kaslarıma münasip tertemiz ve bembeyaz bir gıda ile gün gün, hattâ gece-gündüz değişen ihtiyaçlarıma göre ikramlanışım... Muhabbetle yolumu gözleyenlerin, etrafımda en ufak bir mızıltıma pervane oluşları... Kat kat karanlıkların içinde saklı macerâmı müteakip, bir müddet kucakta, sonra da sayılı nefesimi bitirene kadar kocaman bir yürekte sevgi ile taşınarak yaşayışım...

Lûtfedilmiş her bir ânıma, sonsuz şükür ile secdeden başımı kaldırmasam yerindeydi. Hâl böyle iken; kaleme sarılmak, evvelâ satırlara, nihayetinde sadırlara akmayı arzulamak, belki de pek büyük bir hadsizlikti. Muhterem okuyucunun affına sığınarak kalkıştığım; hakîkatte üzerime vâcip olan şükrün, ancak âcizâne bir ifâdesi olabilirdi! Bu nâkıs şükrümün de ayrıca bir istiğfâra muhtaç olduğunu hiç unutmamam gerekirdi! (Rabbimiz nihayetsiz merhamet ve keremiyle kabul buyursun, inşâallah!)

Nice güçlü yazarla birlikte muhterem pederime de imrenerek, “Onlar gibi güçlü bir kaleme sahip olsa idim, neler dökerdim satırlara!” diyerek kıvrandığım anların sayısını hatırlamam gerçekten çok zor. Hâsılı nasıl ki bir bardağa bir okyanusu dolduramazsak, insanın var oluş macerasını da ne yazarak ne de okuyarak aslâ bitiremeyiz! Zira insan; Cenâb-ı Hakk’ın muhteşem bir sanat harikası olarak var ettiği en büyük âyetidir.

Yukarıdaki paragraflarda kısaca ifade etmeye çalıştığımız; -tâbiri câizse olağanüstü teferruatlı bir filmin defalarca hızlandırılarak seyrettirilmesi gibi- her insanın ortak kaderini oluşturan “Hücreden insana oluşum ve gelişim, bunların safhaları, işleyişi, hastalıkları ve tedavî metotları” kabaca tıp ilminin konuları arasında yer almakta ve bu da kendi içinde pek çok ana ve yan dallara ayrılmaktadır.

Ayrılan her bir parça için yıllarca tahsil yapılmakta ve “İnsanı okuma mâcerası!” hiçbir bilim adamının ömrüne sığmamaktadır. Aklî melekelerini kullanabilen herkes, insanın eşsiz bir sanat harikası olduğunu ikrâr etmekte, insafını ve insanlığını yitirmemiş herkes de ona sağlıklı ve emin bir gelecek hazırlamak için gayret göstermektedir. Bir buçuk yıldır içinde bulunduğumuz pandemi süreci, bize bunu bir kez daha göstermiştir.

Emin ve sağlıklı, huzurlu ve mutlu, refah ve ferah içre bir “istikbâl kaygısı” olmayan hemen hemen yoktur. Zamanla derdi olan her insanın ortak endişesi de diyebileceğimiz bu mesele, bilhassa âile müessesesi kuranlarda, özellikle de annelerde daha bârizdir! Önce anne rahmine, sonra da imtihan gayesiyle yeryüzüne, oradan da ebedî âleme yolculuğa çıkarılan sanat harikası insan, henüz anne karnında iken bizimle konuşabilse idi, bu hususta anne-babasının şahsında bütün insanlığa neler söylerdi? Var oluş maceramızla alâkalı kaleme aldığımız yazılardan yola çıkarak, birlikte okuyalım... Elbette âciz bir kalemden ve son derece kısaltılmış olarak:

“Değil dünyaya, anne rahmine adım atmadan önce bile pek çok kimsenin hayallerini süsledim! Bir yuva kurup âile olmak üzere birleşen çiftlerin ortak derdi oldum. Henüz varlık sahnesine çıkmadan hekimlerle tanıştım: «Sağ mıyım, sağlıklı mıyım, tek miyim, çift miyim, kaçıncı haftamdayım, karargâhıma sıkıca gömülmüş müyüm, içinde yüzdüğüm suyum yeterli mi? Hayat bağım olan kordonum ve beni besleyen eşimle (plasenta) irtibatım ne durumda? Anneciğim kendine ve bana güzel bakıyor mu, yemesi-içmesi, uykusu-dinlenmesi yerinde mi? Ağrısı-sancısı var mı, gerekli ilaçları kullanıyor, kontrollere düzenli gidiyor mu?..» ilâ âhir, işin sıhhatli bir hamilelik takibi ile alâkalı kısmı idi...

Diğer yandan âile çevresinde veya herhangi bir mecliste yaklaşık olarak işittiklerim; saçımın-gözümün-tenimin rengi, kaşımın-alnımın-burnumun biçimi, elimin-dudağımın-kulağımın şekli, sesimin tonu, boyumun santimetresi, ayağımın numarası ile alâkalı konuşmalardan ibâretti. En çok kime benzeyeceğim, kız mı-erkek mi olacağım, hangi kıyafetleri giyeceğim, hangi okullarda okuyup hangi mesleklere ilgi duyacağım da; hep merak konusuydu! Daha kulaklarım oluşmadan dinletilen şeyleri anlayıp öğrenebilecek miydim; farklı lisanları kolayca konuşabilecek miydim; matematiği-fiziği-kimyayı becerebilecek miydim; annem gibi güzel ve becerikli, babam gibi yakışıklı ve zeki olabilecek miydim; müziğe-resme-sanata ilgi gösterebilecek miydim? Çalışkan ya da tembel, kusurlu veya mükemmel, çekilmez yahut vazgeçilmez... Ben hangisi olacaktım? Cinsiyetim büyük annemin istediğinden, göz rengim babamın sevdiğinden, ayakkabı numaram annemin beklediğinden olabilecek miydi?..

Şurası çok netti ki; ben bir gelecek yolcusuydum ve herkesin benimle alakalı kaygıları, hayalleri ve plânları vardı. Takibimi yapan hekimler, bana sağlıklı bir gelecek hazırlamak üzerine aldıkları eğitimin gereğini icrâ ederken, âilem de bana kendilerince en münasip istikbâli hazırlamak üzere organize olmuşlardı! Sayılı nefesimin miktarından habersiz yapılan projeler bazen şuursuzca haddini aşmış; özellikle son yıllarda; “doğmamış bebeğe gömlek biçme” kâbilinden planlanan “Baby shower” moda rüzgârları, sağlamı durur iken protezini takma türünden; evlere şenlik bir uygulama hâlini almıştı!..

Hakîkaten sağlıklı bir nefes alabilmem adına yapılanları takdir etmemem için nankör olmam gerekirdi. Ancak; içinde yüzdüğüm sıvıda beyin hücelerim sağlıklı fonksiyonundan âciz mi kalmıştılar da; bu işlerin bir kısmı bana “garâbet!” gelmeye başlamıştı! Benim için “istikbâl” neyi muhtevî idi ve onu aslında kim hazırlıyordu?

 

[1] Bkz. el-İnsan, 1.

[2] Bkz. el-Bakara, 30.

[3] Bkz. el-Bakara, 34.

[4] Bkz. el-Câsiye, 13.

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle