Kulun İdrâki Bozulursa

“Ey idrâki Güneş’e benzeyen, güneş akıllı kişi, sen vaktinin Halîl’isin. Şu yol vuran, bizi insanlıktan alıkoyan dört kuşu kes öldür. Çünkü bu kuşların her biri, karga gibi, akılların akıl gözlerini oyar.

Bedene ait dört huy, dört sıfat, Halil İbrahim’in kestiği kuşlar gibidir. Onların boğazlanması cana yol açar. O zaman hayatları fânî olan insanlar, ebedî hayata, ölümsüzlüğe kavuşur.

Bu kuşlar; kaz, tâvûs, karga ve horoz idi. Bunlar, insanlardaki dört huyu gösteriyordu. Kaz, hırstır. Horoz da şehvettir. Mevki-makam, tâvûsa benzer. Karga ise, insanlardaki bitmez, tükenmez istek ve arzulardır.

Karganın emeli, sonsuz olmak yahut uzun bir ömür sürmektir. Bunu umar durur.

Kaz, hırsı temsil eder. Kuru-yaş ne bulursa, yere gömer. Bir yağmacı gibidir. Bulunduğu evi kazar. İnci, nohut ne bulursa iyi-kötü demez, dağarcığını doldurur. Başka biri gelip de ortak olmasın diye yaş-kuru ne bulursa, çuvalına doldurur.

Vakit dardır, fırsat pek az… O ise korku içindedir. Karşısına başka yağmacı çıkmayacağı hususunda padişahına bile güvenmez.

Fakat mü’min, o yaşayışa güvenir, Allâh’a itimat eder de, dünyadaki rızkını yavaş yavaş, teennî ile toplar. O, rızkının kesilmeyeceğinden, kendisine ayrılmış olanın, bir yağmacı tarafından yağma edilmeyeceğinden emindir. Öyle bir yağmacıdan korkmaz. Padişahın düşmanı kahredeceğine inanmıştır.

Padişahın teb’asını adâletle idare ettiğini de görmüştür. İnanmıştır ki; kimse kimseye zulmedemez. Acele etmez, gönlü rahattır. Çünkü nasibinin kaybolmayacağından emindir. Pek yavaş davranır, sabreder, gözü toktur. Eline geçeni başkalarına ihsan eder.

Çünkü yavaş davranış, ihtiyatlı hareket, Allâh’ın nûrudur. Acele etmek de şeytanın kışkırtmasındandır.

Çünkü şeytan onu, yoklukla, yoksullukla korkutur. Onun sabır beygirini keser öldürür.

Kur’ân’dan duy; “şeytan başa gelecek kötülükleri söyler, seni çetin bir yoksullukla korkutur.”

Böylece de sen acele ile helâl, haram demeden toplarsın. Ne adamlığın kalır, ne ihtiyatın, ne de sevap düşünmen...

Bu sözler, bu anlatış, hırs kazınındır. Halil Peygamber’den öğren, o hırs kazı öldürülmeye layıktır.” (Mevlânâ, Mesnevî; Şefik Can, Mesnevî Şerhi, c: 5, 30-60. beyitler)

* * *

Günümüzde anneler:

“-Oğlumuz, kızımız deist[1] oldu!” diye üzülür, îmanını kaybetmek üzere olan çocukları için çareler ararlar. Ben de bunu söyleyen hanımların, kızlarına söyledikleri şu sözlerini duyduğum için:

“-Bu dünyada kimseye muhtaç olmayacaksın. Kocana muhtaç olmayacaksın. Ayakların yere sağlam basacak, bir işin bir maaşın olacak. Olur da boşanmak zorunda kalırsan, kimsenin eline, bana bir şeyler verirler mi diye bakmayacaksın. Önce işin olsun, eş nasılsa bulunur.” şaşar kalırım.

“-Allah seni hiç düşünmez; sen kendi başının çaresine, o, yokmuş gibi bakmalısın!” mânâsı çıkmaz mı bu sözlerden?

“-Ben, Sana güvenemiyorum! Sen, beni eşime muhtaç edebilirsin, zor durumda bırakabilirsin. Ayrılacak olursam, işim ve maaşım olmayınca çok mağdur olurum. İşim olunca eşim de bana ses çıkaramaz!” deyip Allah Teâlâ’yı hiç devreye sokmayan deist değil de nedir?

Maaşına güvenip kimseye tenezzülü olmayan, kimsenin kahrını ve tasasını çekmeyenler, evlatsız, eşsiz yapayalnız olanlar, geleceğinin nesini garantilemiş olurlar? Hele en berbatı; “Kocayı nasılsa bulursun.” kısmı… Allah dilemedikçe kim, ne, buluyormuş ki! “Nasılsa bulursun.”

Bu sözler, şuuraltına ya da dışına yerleşen bir çocuğun deist olması yadırganır mı? Bu gün hemen hemen pek çok anne, bu sözleri söyler.

Sehl -rahmetullâhi aleyh- buyurur ki:

“-Rızkını bir sebebe bağlayan kimse, Allâh’ı rızık verme vaadi konusunda suçlamış ve O’nu yalancılıkla itham etmiş olur. Asıl sebebi, Allah olarak görmedikçe kul, Allah’tan râzı ve kanaatkar olmadıkça onun ibadeti geçerli olmaz.” (Sülemî, Sûfîlerin Edepleri)

* * *

İnsanın nefsi kaygılıdır. Onun bu hâlini bildiği için, şeytan, insanı zaafından yakalar. Onu aç kalmakla, fakirlikle korkutur. Herhangi bir hâdisede insanın aklına ilk olumsuzluklar gelir. Aç kalma, şifasız kalma, kaybetme, iflas etme korkuları... Hep bir “garanti” peşindedir insan… Bütün bu olumsuz düşünceleri tetikleyen, hevâ ve hevesini ilâh edinmek, bu şekilde de şeytanın taarruzuna açık olmak… İnsanın îmân nûru, bu konularda imdadına yetişen biricik sermayesidir. Fakat bu sermaye, insanda olmadığı için kısır döngü, ruhu yorar durur.

Çocuklar daha ilkokula giderken anne ve babaların kaygısıdır; başarılı olsun, sınavlarda yüksek puan alsın, iyi para kazanacağı mesleği olsun, kendisini kurtarsın.

“-Kendisini kurtarsın!”

Kendisini, kimden ve nasıl kurtaracak? Kaderden mi, başına gelecek olumsuzluklardan mı kendisini kurtaracak? Biz zannederiz ki, hayat sadece bizim kafamızda kurguladığımızdır. Kaderi kendimiz tayin ettiğimizi zannederiz. Her şey yolunda giderken, bütün becerilerimizi kaybettiğimiz, para kazanma sebebimiz olan nîmetin elimizden gitmesini sağlayan bir hastalık, bir kazâ başımıza gelemez mi? Mesleğini parmakları ile kazanan bir diş hekimi kazada kollarını kaybedip ya da sebebi bulunamayan bir rahatsızlık ile, his kaybı ile elini kullanma kabiliyetini kaybedemez mi? Bunların hepsi mümkün… O zaman kul nasıl olur da geleceğini garantilediğini düşünebilir.

Bütün hücrelerimiz, duyularımız, dokularımız, kâinâttaki her şey, Rabbimizin emrinde iken kul nasıl olur da kendini, her şeyin müsebbibi zanneder? Kendisini, sebepleri yaratan zanneder. Bu nâkıslık, tefekkürün eksikliğinden midir? Îmanın yoksunluğundan mıdır? Maalesef îmanın yoksunluğundan kaynaklanan bir durumdur. Îman yoksa, nefis palazlanır.

Eşimiz işten çıkarılsa:

“-Biz bittik, aç kalacağız, faturaları ödeyemeyeceğiz!”

Sosyal güvencemiz olmazsa:

“-Hastalandığımız zaman ne yapacağız, doktora gidemeyiz, ilacımızı alamayız, bize şimdi ne olacak?” düşüncelerinin içinde zerrece:

“-Allâh’ımız var! O, kuluna kâfîdir.” düşüncesi var mı? Yok.

Hâdise, sadece idrak meselesi, Allah Teâlâ’yı tanımama meselesi…

Sosyal güvencesi olmayan herkes ölüyor da; sosyal güvencesi olan herkes yaşıyor mu? Allah faktörü hayatımızın neresinde? Cilt doktoru arkadaşım anlatmıştı:

“-Bazen yeşil kartlı, sosyal güvencesi olmayan bir gariban gelir, teşhiste isabet ederiz, ilaçları fayda sağlar, hemen iyileşir. Bazen gerçekten durumu çok iyi, sosyal güvencesi, itibarı olan bir hastamız olur, bir türlü hastalığın sebebini bulamayız, ilaçlar fayda sağlamaz durmadan değiştiririz. Bunu biz de anlamayız.”

Allah Teâlâ, her an kulunun kalbine bakar durur; her an ve her durumda kulu ile beraberdir. Kendisine güvenen, parasına güvenen, Allâh’a tenezzül etmeyen kulunu kendi hâline bırakır, yapayalnız çabalar durur o…

Mazlum, garip, acziyetini bilen, “Senden başka kimsem yok!” diyen kulunun da vekîli olur. O’nun dostu, yardımcısı olur. Burada kilit nokta, fakir olmak, hayatını garantilememek değil! Ya da zengin olmak hayatını garantilemek de değil… Kilit nokta; “İster zengin, ister fakir, ne olursam olayım ben devamlı ve sadece Sana muhtacım; benim tek garantim Sen’sin, bir Seni bilirim!” düşüncesidir. Değilse hâline isyan eden fakir, Rabbinin kudreti karşısında acziyetini-fakirliğini kabul eden zengin, sözlerimizin dışındadır.

“Geleceği garantilemek”ten anladığımız, sadece yaşadığımız müddet ile sınırlı; dünyaya dair iyi bir eğitim, para kazandıran iyi bir iş, iyi bir prestij, îtibar, mal-mülk sahibi olmak, yaşlanınca iyi bir gelirle kimseye muhtaç olmamak… Avrupa’da din görevlisi olarak çalışan bir hoca efendi, oraya yerleşmek istiyordu. Sağlık sektörü ve yaşlıların bakımı çok iyi diye… “Yaşlanınca rahat ederiz!” diye anlatıyordu. Yaşlanınca rahat etmek, o kadar çok faktörlü bir kavram ki; neye göre rahat… Evlat hayırsızsa, sana istediğin sağlık kuruluşu iyi baksın; acın diner, kederin azalır, iyileşebilir misin ki?

Sakıp Sabancı’ya bir söyleşisinde:

“-Bunca zenginliğiniz var. Herhalde mutlu bir insan olmalısınız?” şeklinde soru yöneltilince, cevabı çok düşündürücü idi:

“-Benim bir oğlum var Metin. Benden ayakkabı istememiş, ehliyet istememiş, araba istememiş. Türkiye’nin en iyi otomobillerini ben üretiyorum, ama oğlum bu otomobillerden birini bile kullanamıyor.”

 Padişah iken “geleceği garanti altında olan” İbrahim Edhem, neden bu garanti kapsamından çıktı? Bir Allah dostunun ismi sorulsa, pek çok kişi İbrahim Edhem’in ismini söyler. O kadar veli kul arasında, neden İbrahim Edhem bize daha çok tesir eder?

Kendimiz saraylara girmek isterken, sarayı terk eden birini neden aklımızdan çıkaramıyoruz? Yapmayı istediğimiz şey, onun yaptığı da, biz yapamıyor muyuz? Nefsimiz tarafından yönetilip, gerçek köle olan bizler, nefsinin boyunduruğundan kurtulan gerçek sultan olan İbrahim Edhem’e özeniriz. Çok cesur ve yürekli olduğu ve bizim cesaret dahî edemediğimiz şeyi bir çırpıda yaptığı için, onu unutamayız.

“-Akılsız adam saraydan çıktı perişan oldu!” diye bitmez hikaye…

“-Akıllı adam, Belh’in sarayını terk etti, iki cihanın da sultanı oldu.” diye biter.

İbrahim Ethem sarayı terk ettiği an, nefsinin, kendisini yönetmesinden kurtuldu. Garantisi olmayan, her an Allâh’ın takdirine boyun eğen duruma düştü.

Kul olarak yaratıldık. Bu büyük bir gerçek! Nefsimizin asla kabul etmek istemediği gerçek… Kulluk ile geleceği garantilemek düşüncesi birbirine uygun düşer mi? Bir köle nasıl olur da “Geleceğimi garantilemeliyim!” diyebilir.

* * *

“Kul için en şaşılacak şey, kendinden aslâ ayrılmayan Allah’tan kaçıp bekâsı olmayan mâsivâyı istemesidir. Bu hâl, gerçek körlüğün kalbi kaplamasından meydana gelir.”

“Ey mürid! Allâh’ın vermiş olduğu bir hâceti, mâsivâdan isteme. Kendinden ihtiyacı gideremeyen bir kimse, başkasının ihtiyacını nasıl giderebilir.” buyurur Hikem-i Ataiyye isimli eserinde Atâullah İskenderî mübarek…

Sülemî, “Sûfîlerin Edepleri” isimli eserinde:

“Sûfîler, izzet ve şerefi, Allâh’a bağlanmakta bulurlar. Çünkü onlar, Allah’tan başka her şeyin Allâh’a muhtaç olduğunu bilirler.” der.

Şu korona hastalığına en çok bizler yakalanırken, sanayide iki bin liraya çalıştırılan, sosyal güvencesi olmayan Sûriyeli kardeşlerimiz neden çok az yakalanıyorlar. Onların öğrenip de bizim sınıfta kaldığımız ne var?

İnsan, malına ne kadar güvenmelidir, Allah’a ne kadar güvenmelidir? Bunların arasında bir seçim yapmak durumunda kalsak kimi seçeriz?

Temel uçurumun kenarındadır, ayağı kayar ve düşer. Son anda uçurumda bir çalıya tutunur. Çalı, koptu kopacak bir vaziyettedir.

“-İmdat! Can kurtaran yok mu?” diye bağırmaya başlar. Gâipten rahmânî bir ses işitir:

“-Meleklerim seni koruyacak! Korkma, bırak kendini aşağıya.”

Temel birden daha güçlü bağırmaya başlar:

“-Başka cankurtaran yok mu?”

* * *

Nefis, peşin gördüğüne gidiyor, konforu seviyor, “ havf ve recâ arasında kalıp durmak, her ân Allah Teâlâ’ya niyaz hâlinde bulunmak istemiyor. Kendince kendini garanti altına almak istiyor.

Hârun Reşid, eşlerini hazine dairesine sokar ve:

“-İstediğiniz her şeyi sormadan alabilirsiniz” der.

Çil yavrusu gibi uçuşurlar mücevherlere, bir tanesi sımsıkı sarılır Harun Reşid’e:

“-Ben, mücevheri, hazineleri ne yapayım, onların sahibinden daha kıymetli bir hazine mi var?!”

* * *

Atâullah İskenderî Hazretleri Hikem-i Atâiyye’sinde:

“Kişi, kulluğu ile, yapması gerekli vazifeleri ile uğraşmaz da Allâh’ın takdirinde olan işleri yapmaya kalkışır. Hem eli boş kalır, hem de sıkıntısı bitmez.”

Hastanın iyileşip iyileşmeyeceği, çocuğumuzun olup olmayacağı, zengin olup olmayacağımız, ömrümüzün uzun olup olmayacağı, evlenip evlenmeyeceğimiz… Bütün bunlar Allah Teâlâ’nın takdirindedir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hayber Yahudileri ile savaşmak için çıktığı yolculukta konakladığı yerde Yüce Rabbine şöyle yalvarıyordu:

“Allâh’ım! İstikbâl endişesinden, geçmişin tasasından, güçsüzlükten, gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, zâlim ve haksız kimselerin musallat olmasından sana sığınırım!” (Nesâî, Sünen, c. 8, s. 265)

Bu hadîs-i şerîf, geleceğini garantilediğini zanneden insanın, yakalandığı takdirde Allah’tan başka hiç kimsenin faydasının olamayacağı durumlardan bahseder. Cenâb-ı Peygamber’in istiâze ile başlayan “sığınma duâlarını” okuyunca, kulun nasıl da âciz ve Allâh’a muhtaç olduğunu anlarız. Harp sonunda bin altı yüz kişilik İslâm ordusunun yirminin üzerinde şehit verirken, hayatlarını garantilemeyi seven Yahudilerin yirmi bin kişilik ordusu, imkânları ve harbi kendi kalelerinden yürütmelerine rağmen târumâr olur.

Peygamber Efendimiz, Hayber’in fethi esnasında o kadar şiddetli baş ağrısına yakalanır ki; iki gün sahabîlerinin yanına çıkamaz. İnsanın başına her an ne geleceğini Allah’tan başka kimse bilemezken kul nasıl geleceğini garanti altına alabilir.

Efendimizin bu duâyı yaptığı seferde, İslâm ordusu Mahmud bin Mesleme’yi şehid verir. Sıcaklıktan ve şiddetli çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir hâlde Natat Kalesi dibinde gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır yara alır ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine ulaşır. Ansızın gelen tehlikelerden, bizi Allah’tan başka kim kurtarabilir ki!

Yine bu esnâda Âmir bin Ekva’, Hayberlilerin meşhur kahramanlarından olan Merhab ile karşı karşıya gelirler. Âmir, Merhab’ın bacağına şiddetli bir darbe indirdiği zaman, kılıcının ağzı, kendisine yönelip bacağının orta damarını kesiverir ve şehit olur.[2] Ansızın gelen tehlikelerden, bizi Allah’tan başka kim kurtarabilir ki!

Devs Kabilesi reisi şâir Tufeyl bin Amr, hicretten önce, Mekke’de Peygamber Efendimiz’le görüşüp müslüman olur. Tufeyl bin Amr, bu sefer kabilesinden dört yüz kadar müslümanla hicretin 7. senesinde Medîne’ye gelir. Peygamber Efendimiz’in Hayber’e gittiğini haber alınca, Hayber’e gelip İslâm ordusuna katılır. Yahudilere karşı savaşırlar. Allah takdir etmese, müslümanları sevindiren yardım nasıl gelebilirdi? Kul kendine ne kadar güvenebilir.

“-Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah ve Rasûlü onu sever, o da Allah ve Rasûlü’nü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir.” müjdesi ile sevinen Hazret-i Ali’nin gözleri çok ağrımaktadır. Efendimizin duâsı ile gözleri iyileşen Hazret-i Ali:

“-O günden sonra ne sıcaktan ne de soğuktan aslâ rahatsız olmadım.”

Allah Rasûlü’nün duâsına nâil olma nîmetini, hangi sağlık güvencesi garantileyebilir. Gerçekten de Hazret-i Ali, yazın en sıcak günlerde kalın aba giydiği hâlde bundan rahatsızlık duymazdı. Kışın ise en soğuk günlerde en ince elbise giyer ve aslâ üşümezdi.

Savaş esnasında önüne davarlarını katmış birinin İslâm ordusuna doğru geldiği görülür. Bu adam, Hayber yahudilerinden Âmir’in, Yesâr adını taşıyan Habeşli kölesidir. Yahudilerin davarlarını güder. Savaşın kimlerle ve neden yapıldığını sorar efendilerine...

“-Şu kendini «Rasûl» diye îlân eden adamı öldürmek istiyoruz.” cevabını verirler.

Yesâr merak edip Cenâb-ı Peygamber’i bulur ve sorar:

“-Sen neler söylüyor ve nelere dâvet ediyorsun?”

Rasûl-i Ekrem Efendimiz:

“-Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de O’nun Rasûlü olduğuma şehâdete, Allah’tan başkasına ibâdet etmemeye çağırıyorum.” buyurur. Yesâr:

“-Peki, ben, dediğin gibi îman eder ve şehadette bulunursam bana ne var?” diye sorar.

“-Eğer bu îman ve bu şehadet üzere olursan Cennet var!” buyurur Efendimiz… Yesâr, hemen orada müslüman olur.

Yesâr, mütereddittir; yaşadığı muhitte insanlar makam ve mevkilerine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre muâmele görüp güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmemektedir.

“-Yâ Rasulallah! Ben Habeşî, esmer, çirkin yüzlü ve fakir bir köleyim. Bu hâlimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine Cennet’e girer miyim?” Efendimiz de:

“-Evet gidersin.” buyurur.

İslâmiyet’le şereflenen Yesâr, mücahidler safında düşman arasına dalar. Kaleden atılan taşlarla şehit olur. Böylece, “bir vakit namaz kılma fırsatını bulamadan Cennet’e uçan müslüman” ünvanını alır. Böyle güzel bir sonu, kim garantileyebilir?

Tolstoy’un ölmeden önceki son konuşmasında:

“İnsanlar acıyla büyür. Hayat, bedende değil, ruhtadır. Ölüm, yalnızca bedenden kurtuluştur. Zihninizde neyin bedenî olmadığını ayıklayın. Gelecek için endişe etmeyin, çünkü gelecek diye bir şey yoktur. Sadece şimdi vardır. Onun için yaşayın.” der.

Tek vazifemiz var; Allah’ı tanımak ve O’na kul olmak! Bu esnada ilim, bilim, teknoloji, gelişim, medeniyet; zaten kendiliğinden gelir.

Çocuklarımız için kaygılanacağımız bir şey varsa, o da “Allah Teâlâ’yı iyi tanıttım mı, O’na kulluğu iyi öğrettim mi?” kaygısı olmalıdır. Allâh’ı bilen kul, tembel olmaz! Sadece nefsini düşünmez, merhamet, adalet sahibidir. Kendisi tokken garibanın aç olmasına dayanamaz. Herkesi doyurma, yaraları sarma derdine düşer. Kimi yaraları doktor olarak, kimi öğretmen olarak, kimi sanatla, kimi hukukla sarar. Kimi ekmek yaparak, kimi yemek pişirerek sarar. Yaratılanı, Yaratan için seven, dünyayı Cennet’e çevirir.

Hayatını garantilediğini zannedenler, çok az duâ ve ibadet ederler. Kendini müstağnî gören, Rabbine tenezzül etmez. Her hücresi Rabbine muhtaç olduğu hâlde, bunu bilmez de ihtiyaçsızmış gibi davranır. Ayakları yere sağlam basamaktadır onun... Sahabenin garantili hiçbir şeyi olmadığı halde gelecek endişeleri hiç yoktu. Îmanları tamdı ve yukarıda Mesnevî beyitlerinde okuduğumuz gibi, Rabbine güveniyorlardı.

Kendini bu kadar garantiye alan çağımın insanında, her zamankinden daha çok “panik atak”, “kaygı bozukları”nın yaşanıyor olması; gelecek korkusunun önünün kapatılması ile korku imtihanının bitmediğini, yeni yeni birçok korku imtihanlarının bizi bulduğunu haykırıyor.

Hicrette evini-barkını, malını-mülkünü, her şeyini bırakıp gelen sahabe efendilerimiz açlıktan, hastalıktan ölmediler. Sahabe modelini esas alıp, hayatımızı onlar gibi “dünyayı kesben (kazanma olarak) değil, kalben terk” prensibiyle tanzim etmemiz; Allâh’a kul olup, O’nun takdirinin gerçekleşeceğine bütün kalbimizle îman etmemiz gerekiyor bizlere… Başka bir ifadeyle sebepler âlemine sarılırken âhiret inancını hatırdan hiç çıkarmayan bir şuur gerekiyor, bizlere ve bizim yetiştireceğimiz nesillere…

 

[1] “Allah dünyayı yarattı, kenara çekildi, hiçbir şeyle ilgilenmez, herkes kendi başının çaresine kendisi bakar.” meâlinde düşünce biçimi…

[2] Müslim, c. III, 1428.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle