İstikbâlin Tarifi

Hayatımızdaki hâdiseleri şekillendiren bir “niyetler silsilesi” içinde yüzüyoruz belki de… Kalbimizin meyilleri nerelerde geziniyorsa, bunlar, bir müddet sonra kaderimizi şekillendiren unsurlara dönüşüyor. Hâkim olamadığımız hikmet boyutunu bir kenara koysak dahî, elimizde o niyet ve meyillere göre verdiğimiz kararlarımız, ehemmiyet verdiğimiz işlerle ilgili algımızdaki seçicilik ve onları değerlendirip diğer seçenekleri elememiz kalmıyor mu?

Çocukların istikbâlini düşünürkenki hedefimiz ne, meselâ... İşte bu, bizim dünya içinde yaşadığımız hâdiselere verdiğimiz mânâları, önceliklerimizi, dolaylı olarak da kaderimizi ve çocuklarımızı şekillendirecek… İstikbal endişesi taşıyan ebeveynlerin nihâî maksadı, âhiret ve sonsuz bir hayatsa, çocukları açısından en çok üzüldükleri şeyler, Allâh’ın râzı olmadıkları ve en sevindikleri şeyler de, Allâh’ın râzı olduğu söz ve davranışlar olacaktır.

Gönlümüz, sadece kabre girene kadarki bir istikbâl dairesine hapsolmuş ise, o vakit bu ölçüler mânâ ve önemini yitirecektir. O takdirde en çok sevindiklerimiz, çocuğumuzun eğitiminin başarılı olması, iyi bir meslek sahibi olması, iyi para kazanması, özgüven ve kariyer sahibi; ev, araba ve güzel bir eş gibi sadece dünyayı ilgilendiren kısımda takılır kalır. Bu gibi şeylere fazlasıyla takılıp kalmak, bizi zaman zaman Allâh’ın rızâsı yerine, nefsimizin hoşuna gideceği şeyleri tercih etme durumuna getirecektir. Zira dünya imtihan yeri ve biz de içimizde neler sakladığımız âşikâr olana kadar imtihan edilmeye devam edeceğiz.

Yavrumuzun sınavlarda aldığı kötü notlara üzüldüğümüz kadar dahî kılmadığı namazlara, söylediği yalanlara üzülmüyorsak; onun dünyalık geleceği için, gideceği etüdler, kurslar ayarlamak uğruna gösterdiğimiz çaba ve fedakarlığı sonsuz hayatına hazırlanması için gerekli ortamları oluşturma yolunda gösteremiyorsak… Gün içindeki muhabbetlerimiz, sorularımız; “Yavrucuğum, namazını kıldın mı?” gibi ibadet ve ahlâk endeksli endişeler değil de, “Neler merak ediyorsun, neleri önemsiyorsun, neler yapmak istiyorsun?” gibi sırf nefsâniyet odaklı ise, kimse kusura bakmasın, farkında olalım ya da olmayalım, biz meylimizi dünyalık olarak belirlemişiz demektir.

Anlatılan şu kıssa, aslında şekil vereceğimiz yavrularımız için de ibretlik bir bakış açısıdır. Behlül Dânâ Hazretleri, yol üzerindeki bir vîrânenin yıkılmak üzere olan eğilmiş duvarına bakıp âkıbetini tefekküre dalardı. Yine bir gün endişe ile bakarken duvar birden çöküverdi. Behlül Dânâ Hazretleri’ni bir sürûr/sevinç kapladı. Onun bu sevincine mânâ veremeyen insanlar, merakla sebebini sorduklarında:

“-Duvar, meyilli olduğu tarafa yıkıldı!” dedi.

“-Peki, bunda şaşılacak ne var?!” dediklerinde şu hikmetli cevâbı verdi:

“-Mâdemki dünyadaki her şey nihayetinde meylettiği tarafa yıkılıyor, benim de meylim Hakk’a doğrudur. O hâlde ben de ölünce Hakk’a varırım.”

İşte bizler de bilelim ki, hem kendimiz hem de evlâtlarımız, meylettiklerimizin şeklini alacaktır. Duâlarımıza ve tercihlerimize yön veren meyillerimiz, elbette âkıbetimizi de şekillendirecektir.

Kendimizi neye göre sorgulayacağız? Kaygılarımızın hepsi dünyalık mı? Umutlarımızın, hayallerimizin ve sevinçlerimizin hepsinin yüzü dünyaya mı dönük? Çocuklarımız için en çok ettiğimiz duâların içinde neler var?

Elbette insan olmanın getirdiği böyle bir hakikat de var. Ama en çok nerelerdeyiz biz? Dünya ve âhiret menfaat ve korkuları karşı karşıya geldiğinde, tercihimizi hangi âlem hakkında kullanıyoruz?

“-Sen yeter ki dersine çalış!” diye koparma noktasına getirdiğimiz sıla-i rahimlerin,

“-Yeter ki dersine çalış, namaz kılmasan da cumaya gitmesen de olur!” dercesine,

“-Sen yeter ki dersine çalış; ev işi yapmasan da olur! Dedenin dahî cenâzesine gitmesen de olur. Çevrendeki sıkıntılara kayıtsız kalsan da olur!” deyişlerimizin veya îmâ edişlerimizin altında ezileceğiz bir gün...

 “-Yeter ki kendini kurtar!” diyerek sadece, ama sadece dünyalık emellerle tuhaf bir yarışın içine attığımız çocuklarımızın hesabını vermekten korkuyor muyuz hiç?

“-Yeter ki okulu çok başarılı olsun, arkadaş çevresi berbat olsa da olur!” diye cümle kurmuyoruz belki... Ama evlâdımızı böylesi zararlı bir arkadaş çevresinden uzaklaştırmak için hicret etmeyi göze alabiliyor muyuz? Okulun akademik başarısı ve sınavda alacağı iyi puanlar uğruna, ahlâkını ikinci plâna rahatça atıyor muyuz yoksa?

Rızık endişesi çektiğimiz kadar, yavrularımızın âhireti için endişe etmiyorsak, zaten önce kendi îmânımızı sorgulamamız îcab eder. Oysa rızık, Allâh’ın kefil olduğu bir şeydir zaten… Tâhâ Sûresi’nde Rabbimiz, bir bakıma hâlimizi özetlemiştir aslında:

“Âile fertlerine namazı emret, kendin de bunda kararlı ol. Senden rızık istemiyoruz; asıl Biz seni rızıklandırıyoruz. (Güzel) âkıbet, günahlardan sakınanların olacaktır.” (Tâhâ, 132)

“Esas hayat, âhiret hayatıdır!”[1] düsturunu hissedebilsek ve buna göre hayatımızı dizayn edebilsek, hem dünyamız hem âhiretimiz selâmet bulacak belki de… Çünkü biz hem madde, hem mânâ plânında Rabbimiz’e dâimâ muhtaç, âciz kullarız. Dünyaya dönük olan insânî tarafımızda bile çabalarımızın sadece fiilî duâ olduğunu, gerçek istikbâli verenin Allah olduğunu unutuyoruz çoğu zaman… Burada bile tökezlerken, kalbimizi yoklamamız, tercihlerinizi ve yönelişlerimizi uyanık bir kalple tefekkür etmemiz îcâb eder.

Okuma-yazma dahî bilmeyen bazı ana-babalar nasıl bir bilgi ve irfâna sahiplerdi ki, o günün şartlarında evlâtlarını hak yol üzere yetiştirebildiler. Hangi yaşta neler öğreteceğim gibi formasyon bilgileri var mıydı ellerinde ki, onların psikolojilerini alt üst etmeden, her şeyi vaktinde ve yeterince verdiler?!

Elbette her devrin zorlukları ayrı... Bizim bu mânâda işimizi zorlaştıran daha çok unsur da olabilir. Ama onların derdi, yavrularının ne giydiği ne yediği, kısacası rızık meselesi değildi. Onlar biliyorlardı ki, amel defterini kapatmayan vesîlelerden biriydi sâlih evlât... Gönüllerinde var olan îman aşısı, yavruların gönlüne maya olmuştu. Dert, sâlih bir kul yetiştirebilmekse, hem ameller bu niyete göre şekillenecek, hem Allâh’ın yardımı üzerimizde olacak... Hiç bir şey Allâh’ın bir kulu kendi kendine bırakmasından daha zor olamaz. Biz, O sonsuz kudretle bağımızı ne kadar güçlü tutabilirsek o kadar yardım alabileceğiz Rabbimiz’den... Sonu garanti olmayan bu yolculukta, en çok niyetlerimizden hesaba çekileceğiz. Bizim bile farkına varmakta, kendimizi görmekte zorlandığımız niyetlerimizden...

Şeytan; başarı, iş, güç, makam ve mevki gibi hem dünyalık şeylere hem de uhrevî şeylere sahip olmak istememizin sakıncası olmadığını söyleyecektir ilk olarak… Elbette denge olduğunda, hak da vermemiz zor olmaz. Fakat öyle kaygan bir zemin ki bu denge, ancak gönlümüzün neyi sevdiğiyle, neyi, neler için fedâ ettiğiyle doğru orantılı olarak kurulabilir. Dünyayı bile dünya için değil, âhiret için isteyen Allah dostlarına ve ceddimize baktığımızda, hakîkatin tam olarak nasıl olması gerektiğini görürüz aslında. Fâtih Sultan Mehmed’in şu cümleleri, bize işin özünü anlatan en güzel misallerden biridir:

“Ben gönüllü bir köleyim, kulağımda küpem.

Kalbini fethedecekse geçerim bin Sînâ’yı birden.

Yoksa neyime?

Bu fethi istemem, Mısır’ı istemem, cihânı istemem.

Ben Sultan Fâtih’im, önündeyim İstanbul’un.

Yakarım bu şehri, yüzünde bir tebessüm için.

Yoksa gül yüzünü güldürmeyen sultanlığı istemem, İstanbul’u istemem.”

Asıl hicran, âhiretteki ayrılıktır. Asıl zorluk, mahşerde en sevdiğimiz yavrularımızın yakamıza yapışmasıdır. Asıl bedbahtlık, âhiretteki makamımızın zelîl olmasıdır. Asıl fakirlik, sonsuz hayattaki mahrumiyettir. Asıl özgüven problemi, mahşerde Allah ve Rasûlü karşısında boynu bükük kalmaktır. Asıl başarı, Allah nezdindeki yerimiz ve konumumuzdur.

Bize evlâtlarımız açısından kâr kalacak ve kabirde ferahlık olacak tek şey, Allâh’ın râzı olduğu, arkamızdan duâ edebilen, hayırlar işleyebilen evlatlar yetiştirmektir. Yoksa dünyalık adına peşinde koştuğumuz her şey bir serap, bir gölgedir. Tutunduğumuz dallar elimizde kalacak, ancak kabirde ve âhirette elimiz boş kalacaktır. Yarın denilen, Güneş’in doğması ve batması arasında oyalandığımız yaratılmış bir zaman dilimindeki yarın değil, sonsuz hayata açılan bir yarındır. O hâlde:

“Ey îman edenler! Allah’tan ittikâ edin (ihlâs, takvâ ve hürmet ile O’na bağlanın, isyan etmekten de sakının) ve herkes yarına ne hazırladığına baksın!..” (el-Haşr, 18)

 

[1] Buhârî, Rikâk, 1.

PAYLAŞ:                

Ayse Gunduz

Ayse Gunduz

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle