HERKESİN BİR DÂVETİ VAR

“Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 14)

* * *

Dünya ve içindeki her şey, insan için yaratılmış ve insana musahhar kılınmış, yani onun kullanımına sunulmuş. Dolayısıyla her bir “eşya” ile insanın bir münâsebeti var. Kimisine bağlanıp meftun oluyor, kimisinden sadece geçici bir süre istifade ediyor, kimisinden ise hayatı boyunca uzak durmaya çalışıyor.

Cenâb-ı Hak, yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerîmede, insanları cezbeden çekim merkezlerini sayıyor bir bir:

1-Nefsânî arzular,

2-Kadınlar ve eşler,

3-Oğullar, çocuklar ve torunlar,

4-Yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, kasalarda yığılan paralar ve her türlüsüyle servet,

5-Salma atlar, kıymetli binekler, son model arabalar,

6-Sağmal hayvanlar, ekinler ve her türlü ticâret unsuru…

Bunların hepsi, insanoğlunun acz noktaları… Her an ayağının kayabileceği hususlar…

Aynı şekilde bunların hepsinin insanın gözüne, kulağına, gönlüne ve aklına hitab eden dâvetleri var.

“-Buyur, haydi gel, ne oyalanıyorsun?!.” diyorlar, lisân-ı hâlleri ile… Bazen Yusuf’un karşısında Züleyhâ oluyorlar. Bir insanı baştan çıkarmak için gerekli bütün hazırlığı yapıyorlar ve:

“-Hadi, gelsene!..” diyorlar.

Bazen sıcak bir mevsimde, serin ve olgunlaşmış hurma bahçeleri oluyorlar ve Tebük gibi bir sefere çıkmaktan alıkoyuyorlar.

Bazen eş, çocuk, ticâret, mesken oluyorlar ve Allah yolundaki her şeyden alıkoyuyorlar. Tıpkı âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)

Dünyanın türlü ziyneti, göz alan, gönül çalan türlü meziyeti var. Her birinin, insanın gönlünün derinliklerine işleyen bir dâveti…

Hepsi, kendisine çağırıyor. Hepsi fânîliğe, nefsâniyete çağırıyor. Onların bizi ne kadar kuşattığını anlamak için bazen onların bağından kendinizi kurtarmaya çalışın. Meselâ en basitinden bir hafta televizyonu kapatın, meselâ bir hafta tek çeşit yemek çalışın ya da haftada sadece iki gün, Pazartesi-Perşembe günleri oruç tutmaya çalışın. Meselâ ezan okunur okunmaz hayatınızı durdurun ve mescidlere koşun. İşte o zaman, aslında bunların nefsinize ne kadar zor geldiğini göreceksiniz.

Bütün eşya, nefsimiz ve şeytanlar, insanı her türlü lehviyyata, mâlâyânî ve nefsânî arzulara dâvet ederken, Cenâb-ı Hakk’ın da bir dâveti var.

Nasıl insanın içine fücura dâvet eden nefsi koymuşsa, takvâya dâvet eden bir ses de koymuş. (bkz: eş-Şems, 7-8)

Nasıl insanı her tarafından kuşatmaya çalışan, kendisini dikkate alıp sözünü dinleyenleri cehenneme dâvet eden (bkz: Fâtır, 6; Lokman, 21) şeytanı yaratmışsa, Allâh’ın rahmetine, merhametine, mağfiretine dâvet eden peygamberleri de göndermiş.

Nasıl kendilerini kötü yollara teşvik eden arkadaşlar (bkz: Kasas, 64) yaratmışsa, cennete ve selâmete dâvet eden sâlih kimseler de yaratmış. (bkz: Mü’min, 41)

Nasıl şeytanın insanın üzerinde tam bir otoritesi yoksa ve o, sadece insanları kendi yoluna dâvet etmekle yetinebiliyorsa, peygamberler ve onların vârisleri olan velîler de insanları sadece dâvet edebiliyorlar. Hiçbirinin insanın üzerinde bir otoritesi, zorlama yetkisi ve karşı durulmaz bir baskısı yok. Bu yüzden Hazret-i Nuh’un oğlu, babasının dâvetine icâbet etmiyor ve tufanın dalgaları onu helâk edip gidiyor. Aynı şekilde Hazret-i Lût’un karısı, zâlim kavmin kötü fiillerine muhabbet beslediği için, onlarla birlikte yerin dibine geçiriliyor.

“Böyle farklı seslere ne gerek vardı? Her şey, iyiye, güzele, doğruya ve Allâh’a çağırsaydı, olmaz mıydı?” diye sorulacak olursa, denilebilir ki:

İşte insanın değeri, şerefi ve üstünlüğü de tam burada ortaya çıkıyor. O, akıl ve gönül terazisinde duyduğu, gördüğü şeyleri ölçecek, biçecek ve en doğrusuna tâbî olacak… Tıpkı mü’minlerin vasıflarının anlatıldığı âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi…

“Onlar, sözü duyarlar ve en güzeline tâbî olurlar.” (ez-Zümer, 18)

Demek ki, Allâh’ın dâvetine icâbet gerekli… Çünkü bu dâvet, insanı diriltecek vasıflar taşıyor:

“Ey mü’minler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne uyun…” (el-Enfâl, 24)

Demek ki, Allâh’ın dâveti, insanı dünyada ve âhirette selâmet yurduna kavuşturuyor. Çünkü “Allah, (insanları) daru’s-selâm’a çağırıyor...” (Yûnus, 25)

* * *

Allah, insanları günde beş defa ezân ile namaza dâvet ediyor.

Cenâb-ı Hak, insanı, kâinâtta her baktığı şeyle tefekküre dâvet ediyor. Her yıl Ramazan ayında, günahlarından bağışlanmaya dâvet ediyor. Ömründe bir defa olsun, Hacc’a dâvet ediyor.

Cenâb-ı Hak, insanı, gördüğü sâlih insanlarla kendini hatırlamaya dâvet ediyor.

Cenâb-ı Hak, insanı, her cenâzeyle, âhireti düşünmeye dâvet ediyor.

Cenâb-ı Hak, insanı, her kış ile ölümü hatırlamaya, her bahar ile de yeniden dirilişi görmeye dâvet ediyor.

Cenâb-ı Hak, insanı, her nefes alıp verişinde saymakla bitmeyecek nimetlere şükretmeye dâvet ediyor.

Evet, her an, herkes, insanı bir şeylere dâvet ediyor; ancak en büyük, en güçlü, en kesintisiz, en hayırlı, en güzel, en fıtrî ve âkıbeti en selâmet olan dâvet, Rabbimizin dâveti… Öyleyse bu dâvete icâbetin vakti gelmedi mi?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle