KÂBE’YE HASRET

Hac mevsimiydi. Kâbe yolcularına Rablerinden “buyur” dâveti gelmiş, târifsiz bir vuslat heyecanı başlamıştı. Bir taraftan, duâsı Beytullâh’ın yanıbaşında yapılmak üzere hatimler okunuyor, gönüller istiğfarlarla temizleniyor, bir taraftan da o mukaddes mekânlarda yapılacak ibadetler öğreniliyordu.

Zengin ve cömert Hükümdar, ikram olunmak üzere seçmişti onları. Anneden doğmuş gibi günahlardan arınmaya, bir rekât namaza, tavâfa ve Kâbe’yi seyre bile milyonlarca mükâfat verilecek bir beldeye sefer vardı. Yürekler kıpır kıpır, heyecan dorukta idi.
Orada temizlenip arındıktan sonra, sevginin zirvesi, şefkatin doruk noktası, kâinatın ay yüzlü Efendilerini ziyaret vardı Medîne’de...

Medîne…

Mübârek şehir…

Âlemlerin övünç kaynağına kucak açmış nûrlu şehir.

Kâinâtın en yüce cevherini konuk eden azîz şehir. Mümtaz/seçilmiş adaylar, İki Cihan Serveri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:

“Beni vefatımdan sonra ziyaret eden, sağlığımda ziyaret etmiş gibi olur. Şefaatim ona vâciptir.” müjdesine mazhar olacaklardı. Güller kokan nûr Ravzasına varıp müşerref olacaklar, O’na hasretle selâm verip selâmına muhatab olacaklar.

Kâbe yolcularına hayatta tadılan en güzel misafirlik ve en mukaddes yolculuk için dâvet gelmişti. Ya geride kalanlar; onlar hazan mevsimini yaşıyorlardı. Sararmış yaprakların dallarından tek tek düşüşü gibi damla damla gözyaşları döküyorlar; o rahmet ve mağfiret durağı mübârek beldelere varamamanın, o vahiy kokan, güller kokan iklimleri teneffüs edemeyişin burukluğunu yaşıyorlardı. Boyunları bükük, öksüz ve yetim çocuklar gibi nedâmet gözyaşlarıyla içlerindeki hasreti bazen ağıtlara dökerek şöyle mırıldanıyorlardı:

Aylar, günler, saatler hasretinle sulanır

Ömür törpüsü yıllar, birbirine ulanır

 

Anlatsam anlatamam içimdeki melâli

Asırlarca beklemiş bir sevgili misâli

Hasret yüklü bakışlarla aralarından seçilen elçileri uğurluyorlar, bir dahaki sefer için ümitle duâlar ediyorlar, ıslak gözler, sızılı yüreklerle selâmlar gönderiyorlardı.

Yine böyle hicran ve özlem dolu şafaklardan biriydi. Yine güneş duâlarla ve gözyaşlarıyla doğuyordu. Gözyaşları bazen çağlayanlar gibi coşuyor, bazen de ateşli âh’larla kuruyup çöller gibi kalıyordu. Onlardan biri mahzun ve kırık bir yürekle boynunu büküp ellerini açarak:

“Ey zenginler zengini!

Ey hâkimler sultanı!

Ey cömertler cömerdi! Büyük Mevlâm!

Biliyorum; hazinen çok geniştir. Biliyorum; yaptığım duâları geri çevirmezsin.

Biliyorum; sinelerin özünü bilen, beni benden daha iyi tanıyansın.

Ama şâhitsin ki! Yeryüzündeki en mukaddes yer olan, Beytine hasretim tarifsizdir. Bu hasreti anlatmaya ne cümleler yeter, ne kelimeler. Hasreti bir kor gibi içten içe yakıyor yüreğimi... Oraların özlemiyle yüreğim paramparça…

Güzel beytim, Canım Kâbe’m, hasretim! Gözümün, gönlümün nûrudur Kâbe’m… Hayalimin, dimağımın süsüdür Kâbe’m… Dâim fikrimde, dâim zikrimdedir Kâbe’m… Kâbe’m, hep karşımda Kâbe’m, hep yanımdadır.

Lâkin şu gönül kuşum ten kafesinden uçup gitmeden, şu gören gözlerim kapanmadan, şu tutan ellerim, ayaklarım mecâlsiz kalmadan… Çağırsan bir kere, o mübârek beldelere…

İbrahim olup, kumlarda yansam… İsmail olup, kurbanın olsam… Hacer anam olup, emrine teslim olsam…

Sana misafir değil, Senin esirin olsam! Beytinin eşiğinde paspasın olsam! Mü’minlerin hâdimi, o beldelerin basılan kumları olsam!

Şu kirli gönlümü, Zemzemle yıkayıp arındırsam günahlardan…

Gücümün, kuvvetimin sonuna dek, pervânen olup Beyt’inde dönsem. Hacerü’l-Esved’imi, doyasıya öpüp gerçek taş olan gönlümü eritsem!

Altınoluk’un altında, rahmetinle ıslanıp secdelerde yücelsem…

Hacer anamın koştuğu gibi, mağfiret müjdeni duyuncaya dek, ben de koşsam!

Ardından Güzeller Güzeli Kutlu Nebî’nin Şehrine gitsem, güller Sultanının gezip dolaştığı, oturup dinlendiği yerleri koklasam… Salât ü selâmlarla yeşil kubbeye varsam, Nûr Cemâlini seyredip Mescidinde saf tutsam…

Kızı Hazret-i Fâtıma’nın ahlâkını, Hazret-i Hatice’nin sadâkatini, Hazret-i Âişe’nin ilmini öğrensem, öğrensem de sâliha bir hanım olarak Onlara benzesem…”

Diye duâlar ederken gönül kuşuyla gider oralara…

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Hacılar ve umre yapanlar, Allâh’a giden heyetlerdir. Allah onları çağırır, onlar da icâbet ederler. Onlar Allah’tan isterler, Allah da onlara verir.” (et-Tergib ve’t-Terhîb, c.2, sh: 107, hd. No: 1697)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle