EYVAH DEMEDEN

Sıcak mı sıcak bir günde, ter, yüzünden aşağı iplik gibi akarken adımını morgun kapısından içeri doğru atıverdi. Morg, sessizliğiyle ve soğukluğuyla insanın tüylerini diken diken ediyordu. Ama Bekçi Mehmet için, morgun içi, sanki evinin bir odası kadar tabiî idi.

Morgda bir bölmenin kapısını açtı. Gözü, önce upuzun yatmakta olan, toprağın kollarına bırakılmayı bekleyen yaşlı adama takıldı. Sonra bir şey olmamış gibi soğuması için morgun kenarına koyduğu içeceklere uzandı. Zaman zaman buraya dondurma da koyardı. Göreve ilk başladığı zamanlarda küçük bir buzdolabı alma niyeti vardı. Önceleri morg onu çok ürpertirdi. Zamanla her şey onun gözünde normalleşti ve morgu bir buzdolabı gibi kullanmaya başladı. Arada bozulmasın diye, yemek için yanında getirdiği yiyecekleri dahî orada saklardı.

Ölüm, bazıları için korkulu bir rüya iken, Bekçi Mehmet için başlı başına bir kazanç kapısıydı. Cenâze geldiği zaman tabutun bir ucundan tuttuğunda bahşiş geleceğini bilir, koşarak yardım ederdi. Sabah kalktığında:

“-Haydi, rast gele!..” der, cenâzeleri bekler, çoğu zaman da ölümle dalga geçerdi. Kendisi ölünce, onun cenâzesinden kimlerin bahşiş alacağını hiç düşünmezdi.

Ölümü kendisine yakıştıramadığı için, hakiki hayata da pek hazırlığı yok gibiydi. Hem Yaratan’la arası iyi değildi, hem de aynı kanı taşıdığı kardeşleriyle… Özellikle biricik kız kardeşiyle… Mîras kavgası sebebiyle yıllardır onun mahallesine uğramazdı. Evdekiler ne kadar:

“-Gel, büyüklük et, kardeşinle konuş!.. Yalan dünya, bir gün gelir dil dönmez; el tutmaz olur. O zaman da iş işten geçmiş olur; pişman olursun, ama nâfile!..” deseler de duymazdan gelirdi.

“-Boş ver, daha gencim, daha bana çok sıra var!.. Azrail bana dokunmaz!..” der, gülüp geçerdi. Hâlbuki ekmek kapısı dediği morg, kendisinden yaşça küçük olan pek çok kimseye geçici ev sahipliği yapmıştı. Ama yine de o, ölümü bir türlü kendisine yakıştıramıyordu.

Bir gün işteyken kızından bir telefon geldi. Kızı ağlıyordu, babası telaşla neler olduğunu sordu. Kızı zorla:

“-Halam!..” diyebildi, “Halamı kaybettik, babacığım!..” dedi.

Bekçi Mehmet bu güne kadar ilk defa yakınlarından birinin ölüm haberini almıştı. Telefon elinden düştü, bir an nefesinin kesildiğini hissetti. Sadece:

“-Nasıl olur?” diyebildi.

Ölüm, demek o kadar yakınında dolaşıyordu. Kız kardeşi daha çok gençti, kendisinden bile küçüktü. Daha hayatının baharındaydı. Nasıl olabilirdi? Bu durum, başkalarının cenâzelerini her gün görmeye benzemiyordu. Ateş, bu sefer, ocağına düşmüştü. İçinden bir aaah çekti. Kendi kendine:

“-Niye bu güne kadar inat ettim, niye gururumu ayaklar altına alıp da onunla konuşmadım! Niye boynuna sarılıp canım kardeşim demedim!..” deyip duruyordu.

Ama artık her şey için çok geçti.

Hemen arabaya atlayıp yıllardır önünden dahî geçmediği, kızkardeşinin oturduğu eve doğru yol aldı. Bir taraftan da kız kardeşiyle eskiden geçirdiği günler, film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu. Sonra kardeşiyle darıldığı gün aklına geldi, bir daha kahroldu.

“-Keşke…” dedi, “Keşke inat etmeseydim de dünya malı için küsmeseydim!.. Bana sarılıp «Ağabeyciğim!» demesini ne kadar da özlemişim!.. Bir daha bu güzel hitabı onun ağzından duyamayacağım!”

Bu düşüncelerle kendini yeyip bitirirken kardeşinin evine geldi. Bir tuhaflık vardı bu evde… Evin etrafında kimsecikler yoktu. Acaba acı haberi kimse duymamış mıydı? Nasıl olurdu bu?

Bahçe kapısından içeri girerken ayaklarının bağının çözüldüğünü hissetti. Kendini zorla ayakta tutuyordu. Biraz ilerleyince bahçenin kenarında kız kardeşini görünce, şaşkınlığı bir kat daha arttı. İyice yaklaştı, gördüklerine inanamıyordu.

“-Allâh’ım! Hayal mi görüyorum, yoksa aklımı mı oynattım?” dedi. Nihayet:

“-Eminee!..” diye kısık bir sesle kardeşine seslenebildi.

Emine, yıllardır görmediği ağabeyini bir anda karşısında görünce hayretler içinde kaldı. Heyecanla:

“-Abi!..” diyebildi sadece…

O da olan bitene bir anlam veremiyordu. Abisi, bugün neden gelmişti? Hâlâ küs ve kırgın mıydı? Eğer öyleyse şimdi, bugün niye gelmişti? Tekrar kavga etmek için mi?

İki kardeş, yılların verdiği hasretle hem birbirlerine sarılıyor, hem de hiç konuşmadan hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı.

Bekçi Mehmet, içinden hayatı boyunca nice kez nankörlük ettiği Yaratan’ına, bu fırsatı verdiği için şükrediyordu. Bu, belki de Yaratan’ına ilk şükrüydü. Sanki her hücresi, bu şükrü dile getiriyordu.

Kızı, Peygamber Efendimiz’in, “sadece 3 yerde yalan söylenebileceğini, birinin de iki dargını barıştırmak olduğunu” duymuş ve bu şekilde ömür boyu duyulacak bir pişmanlığı önlemişti.

Ama bazen hayatta Bekçi Mehmet ve kızkardeşi kadar şanslı olamıyoruz. Çevremde de benzerlerine şâhid olduğum birçok baba, hayatı boyunca bir defa olsun evladına sarılıp muhabbet ve şefkatle “yavrum” diyemedi. Bazıları bunun erkekliği gölgeleyen bir merhamet zaafı olduğunu düşündüğünden, bazıları da zihinlere yerleşmiş bâtıl gelenek ve âdetler yüzünden!..

Benim tanıdığım bir baba, yıllar sonra oğluna sarılmış ve:

“-Oğlum, yavrum!..” diyebilmişti. Ama artık oğlu, babasının bu sözünü duyamamış ve onun baba şefkatini hissedememişti. Çünkü o, maalesef bir trafik kazasında babasının kollarında hayatını kaybetmişti.

Gelin, son pişmanlığa düşmeden, fırsat elden gitmeden bir kez de olsa sevdiklerimize doya doya sevgimizi ifade edelim, sıcaklığımızı hissedebilecekleri şekilde onlara sımsıkı sarılalım. 

Eyvah demeden, Allah diyelim!..

Eyvah demeden, sevgimizi ifâde edelim. Bilelim ki, sevdiğimiz insanlara sevgimizi söylemek de güzel Peygamberimiz’in bir sünnetidir.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle