CAN KUŞ İLE AKASYA

 

Vâh benim Can Kuşum, hâlâ “ben” diyor!

“-Ben” derken içinde, hep “sen” gizliyor…

Serenat yaparsın, hikâye bunlar!

Hakikat yolunda, has pâye bunlar…

 

Vaktiyle Kudret alıp, Akasya’nın dallarına bırakmıştı Can Kuş’u. O zamanlar pek toy ve ümitsizdi; ama geçen zaman içinde neşeyle uçan, uçarken şakıyan, etrafına sevinç saçan bir kuşa dönüştü. Bu değişim, Akasya’nın güzel dostluğu ile oldu elbet. Bir tabip edâsıyla kâh sıvazladı sırtını, kâh sarstı kanatlarını… Hani merak edersiniz diye, azıcık anlattım öncesinden. “Şimdi vaziyet ne?” diye soracak olursanız, dostlukları günbegün pekişerek sürmede. Sevdâları olgunlaşmada, büyümede... İşte bir gün, öyle sevgi ile atıştıkları bir demde, Akasya dedi ki:

“- Kanaat etmeyi dene Can Kuşum…”

Can Kuş mahzunlaştı:

“- Bak, gücendim bu sözüne… Senden ne istedim ki beni aç gözlü biriymişim gibi kanaate dâvet ettin? Bu güne dek, verdiğinden fazlasını mı bekledim ki Akasyam? Bunaltan taleplerde mi bulundum? Bilmeden seni bıktırdım da nankör ve şımarık birisi mi oldum?

Sana sevdâlıyım bilmez misin? Kaç âşık gördün ki, sevgilisiyle beraberlikte, “Tamam, bu kadarı yeter!..” diyen? Sen, seni ekmek mi sandın, yoksa su mu? Dile! İstediğin kadar aç kalayım, önüme koyacağın birkaç lokma ekmekle doyayım. Dile! Susuzluktan kavrulsa bile içim, “Su!” diye inlemeyeyim de, vereceğin birkaç damla ile kanayım. Fakat sen, “Bana doy, bana kan!” diyorsun. Söyle hele, sana nasıl kanılır? Elindekiyle yetinene “kanaat sahibi” derler, tamam. İyi de, ellerime bir bak, bomboş… Sen, kavuştukça uzaklaşan yakamoz misâli, hep bana bunca uzakken, bütün vuslatına rağmen buram buram hasret kokarken, ne kanaati!?

Bana, “Kanaat etmeyi dene!” diyorsun. Oysa ne kadar “varsan”, o kadar da “yoksun”! Elbette, sıhhatli ve dipdiri bir şekilde karşımda oluşuna sevinirim. Elbette, başka bir beldede değil, işte şuracıkta, hemen yanı başımda olmana şükrederim; fakat hayır, bana kanaatten bahsetme! Âşığa, mâşukla beraberlik ne kadar uzasa, az gelir. Sene sürse an gelir. Günlerce sohbet etse, hiç kavuşmadım zanneder dem gelir… İşte bu sebepten, her şeyi ara da, bende sana karşı kanaat arama… Sen bana yetecek olsan, dilim zâr olur muydu? Ben sana doyacak olsam, adın Yâr olur muydu?

Hem dalından dal, çiçeğinden gül mü kopardım tek bir sefer? Senden ne istedim ki “Kanaat et!” dedin bana? Aşkolsun! Yoksa beni, hiçbir şey bilmez mi sanırsın? Bilirim, kadrini bilenin nîmetinin arttığını... O sebepten elimde ne varsa, şükürle tutunmaya; başıma ne gelse, hamd ile ağırlamaya çalışırım. Hâlim şu ki; kadın olsam çul aramam, tüccar olsam pul aramam, yolcu olsam yol aramam. Azıcık bulsam bol aramam, damla versen göl aramam… Ama sen başkasın. Sanki nefes alışım da sendendir, dibe vuruşum da. Sanırım ki sen gülünce gün doğar, sen gidince gece gelir. De ki, senin yaprağından yaprak mı istedim bir defa? Sözüne, sohbetine, bakmana doyamadımsa suç mu?”

Akasya sükûnetle dinledi. Can Kuş biraz daha söyledi:

“-Bak, yine ses etmiyorsun. Zaten, bir sözü söyler, sonra esrarına yaraşır şekilde tekrar kendi âlemine dönersin. Artık ondan sonra Can Kuş merakından çatlamış, ölmüş, kimin umurunda? Gerçi bilirim, senin beni zor durumda bırakmak gibi bir gâyen hiç olmaz. Sen, başımı tefekküre daldıran bir dilsin. Diyeceğini der, kıyıdaki gönlümü ummâna iteler, sonra da, seyretmezsin bile…

Ummân bu, âh..! Öyle ayak sokulan sığ derelere benzemez ki... İçine bir düşen pişman, bir de düşmeyen. Dibi görünmez, ucu bilinmez, dalgası neredeyse hiç kesilmez. Balık olsam neyse, kuşum ben! Bir de böyle atılıverince âniden, neye uğradığımı şaşırıyorum tabiî. Ben öyle can havliyle batıp çıkarken, hele şu senin sâkinliğine de bak! Sanki boğulup gitsem umursamayacak gibi görünürsün. Hâlbuki kıyamazsın da bana, öyle bir tehlike sezsen, hemen yardıma uzanır dalların, bilirim.”

Akasya tebessüm etti, Can Kuş’un bu son cümlelerine... Onu böyle görünce, umutla doldu, coştu Can Kuş:

“-Akasyam! Her şey bir yana, bir değil, iki umman kadar büyüdü sana özlemim! Zaten “Sevgi, büyükten küçüğe akar.” diyorlar ya hani, sen özlemesen, hiç ben seni özleyebilir miyim? Bak, böyle düşününce nasıl da mutlu oluyorum. Evet, belli etmiyorsun; ama esas sen beni özlüyorsun değil mi? Susuyorsun. Sükût “evet” demektir, değil mi? O hâlde, uçabilirim sevinçten! Senin beni özlediğini düşünmekle, öyle kuvvet kazanırım ki, en uzun yollar kısa, en zor işler kolay oluverir, kendim de şaşarım!

Can Kuş böyle şakırken, rüzgâr esiverdi. Geçerken de söylendi:

“-Kendi kendine gelin-güvey oluyorsun Can Kuş!”

Can Kuş, pek üzüldü bu söze. Huysuz ve kırgın cevap verdi, çoktan esip geçtiği için, kendisini duymayacağını bildiği Rüzgâr’a:

“-Zaten” dedi, “Ne vakit esecek olsan, hep böyle keder ekersin içime!”

* * *

Can Kuş için pek uluydu Akasya. Bir keresinde “Sen çınarı hiç görmedin, onu göreydin, bendekine ululuk demezdin!..” diye uyarmıştı; ama Can Kuş bunu umursamadı bile. Çünkü o Akasya’ya âşıktı; onun çiçeğine, onun dikenine, onun dalınaydı sevdâsı…

Bir tepe, dağ olmuşsa, bilin ki birinin aşkından olmuştur. Her Leylâ’nın bir Mecnûn’u vardır, ona şan veren... Bazen açıktan, bazen gizleyerek, sevdiğinden bahseder durur seven… İşte Can Kuş da Akasya’nın anlatıcısıydı. Onu anlatırken pek sıhhatli; ona giderken pek sür’atli, onunlayken pek huzur ve sükûn yüklü bir kuş oluverirdi Can Kuş.

Bir gün, o kadar çok “yandım” dedi ki, Akasya tersledi onu:

“-Sen zaten yanmaya yer arıyorsun!”

“-Âh, Akasyam âh! Keşke yer arasam da bulamasam. Hayır, yer aramıyorum, bizzat yangının içindeyim. Sadece sensizlikte değil, seninleyken de yanar durur kanatlarım, bedenim. İnlerim, ağlarım, elimde değil, nasibim buymuş, ne edeyim? Artık bundan sonra arayışım, yer değil, Yâr’dır.”

“-E, işte ben buradayım ya!”

“-Bu sözü, hâlimi bilmediğinden değil, beni söyletmek istediğinden dersin bilirim. Evet, buradasın. Burada da değil, tâ şuramdasın! Gel gör ki sen, inildikçe daha derinine inilen, gidildikçe daha ötesine gidilensin. Sen, kendisine düşülensin. Sana düşmek, çıkmaktır. Sana düşür de, senden düşürme beni, Akasyam!”

“-Ben mi düşmekten koruyacağım seni, söylesene hangi güçle?”

“-Düşürmemekliğin elbet, duâma amin demekle.”

“-Her gelen kuşu tutmaya kalkarsam, buna dal mı dayanır?”

“-Yok yok, zaten her kuşu tutup da ne olacak? Beni tutsan yeter, bak; şakımaysa şakıma, kanatsa kanat, alımsa alım, yangınsa yangın… Hepsi var bende. Gayrısına ne hâcet, ben sana yeterim!”

Bu sırada rüzgâr, bir geçit daha yaptı yanlarından:

“-Aman Akasya! Pek şımarık, pek havalı, pek mağrur duruyorsun. Öyle zannediyorum ki, Can Kuş’un aşkı, aklını başından almış da, gelecek sonbaharı unutmuşsun. Çok yakında çiçeğin de yaprağın da kalmayacak, kele döneceksin, hatırlatırım...”

Can Kuş, sevdiğine söz edilince dayanamadı:

“-Rüzgâr! Densiz rüzgâr! Gör ki, senin edepsizliğine karşın, Akasyam nasıl da sükûnetle durmada! Zaten ona da işte böylesi yaraşır… Fakat iyi bil ki, ben onun gibi sessiz kalacak değilim! Sen bir rüzgârsın, gelir geçersin. Senin konuşman da ancak zanladır. Sû-i zan edip de kâra mı geçtin?! İyi bil ki, Akasyam şımarık değildir. O öyle nazlanmasa, öyle çalımlı durmasa, benim dilim lâl olur. Şakımamı, onun bu hâllerine borçluyum. Hem, kaç mevsim gelmiş geçmiştir, onu kaç değişik hâlde görmüşümdür de aşkımda zerre kadar eksilme olmamıştır. Sen bizi, gelecek sonbaharla mı korkutuyorsun, ey rüzgar! O öyle bir güzeldir ki, her hâliyle bana ilham kaynağı olur. Hadi, sen git yoluna! Gerçi, çoktan gittin zaten! Bu sebeple yazık ki, verdiğim cevabı duymaktan da mahrum kaldın! Âh ah, Akasyamın yanında azıcık oyalansaydın, başka yerleri bırakır, onun etrafında esip dönmeye başlardın. Neyse ki, onun civarı, senin gibilerden korunmuş, bana kalmıştır. Zaten ikinci birinin varlığına tahammülüm pek azalmıştır!”

“-Ne o, beni kendin için istemeye mi başladın?” diye sordu Akasya.

“-Hiç olur mu Akasyam. Senden nicesi nasip alsa keşke… Hamdolsun, haddimi bilirim. Bilmez isem bildireceğini de bilirim.”

“-Sen de büyüdün, pek çok bilir oldun!”

“-Âh, ben böyle miydim, seninle oldum!”

“-Vâh benim Can Kuşum, hâlâ «ben» diyor!”

“-«Ben» derken içinde «sen»i gizliyor!”

“-Serenat yaparsın, hikâye bunlar!”

“-Hakikat yolunda, has pâye bunlar!”

* * *

İşte böyle… Onlar atışırken, gün akşam oldu. Rüzgâr mı? Baktı ki, bu sevdâ, bir başka sevdâ, yolunu değiştirdi, uzaklara gitti. Sınayacak başka âşıklar aramaya koyuldu.

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle