RAMAZAN’DA BÜTÜN ÇOCUKLAR MELEK OLUR

“-Ramazan ayı, uzun günlere denk geldiği için liseye giden kızım, oruç tutmasa da kış gününde orucunu kazâ etse olmaz mı hocam?”

“-Daha Ramazan ayı gelmedi, hem okullar Ramazan ayında tatil olduğu için oruç tutması sıkıntılı olmaz, inşâallâh.”

“-Yok, ben şimdiden kızımı düşündüğüm için size sormak istemiştim.”

“-Cenâb-ı Hak, bizi düşünmüyor da şu sıcaklarda ve uzun günlerde oruç tutturup bize zulmediyor, biz kendimizi kurtarmaya mı çalışıyoruz?” deyiverdim hanıma... Sohbetimiz uzadı ve çocukluklarımızın aynı dönemlere rastladığını, yaşlarımızdan anlayıp çocukluğumuza bir yolculuk yaptık, bu endişeli anne ile…

Sekiz yaşından beri oruç tutmaya başladığımız, hem de gençliğimize kadarki o uzun süre içinde Haziran, Temmuz, Ağustos aylarında oruçlar tuttuğumuz için bu endişenin ne kadar yersiz olduğuna tecrübelerimizle karar veriverdik.

 Büyüklerimiz, uzun günlerde oruç tutmanın kişiyi melekleştirdiğini söylerlerdi. Nasıl melekleşmeyelim, melekler bile bize imrenirdi Ramazan ayında... Çünkü onlar hiç yeyip içmedikleri için orucu anlayamazlardı, ama biz orucun ne kıymetli bir nîmet olduğunu öğrenip uygulayıp melekleri de geçip daha bir melekleşirdik. Biz terâvih namazı kılardık, onlar bizi seyrederdi; biz mukâbele okurduk, onlar bizi seyrederdi; hele iftar ederken duâ ederdik onlar bize imrenir, bizimle neşelenir, bizim için sevinirlerdi. Biz çocuklar, Ramazan ayında meleklerle arkadaş olur, kişi arkadaşına benzediği için onları da geçip melek üstü bir varlık olurduk.

Terâvih namazı ile karşılanırdı, mübârek Ramazan-ı Şerîf… Sahura kalkıp da avludaki tulumbanın buz gibi suyu ile yüzümüzü yıkayınca iliklerimize kadar titrerdik. Dişlerimiz birbirini vururdu. Ayaklarımızda naylon terliklerimizi sekide çıkarır, süratle içeri koşardık. Ama Allah var; bu titreme ile sanki vücudumuzdaki tüm zararlı düşünceler, kötü huylar da dökülür giderdi, öyle hissederdik.

 Âh o mukâbeleler!.. Melek gibi şalvarlarını giyen, beyaz atkılarını başlarına alan hanımlar, her gün bir başka evde mukâbele dinlerlerdi. Ellerde Kur’ân’lar, saygı ile öperek açılır, öperek kapatılır. Çocuklar da annelerinin eteklerini tutar, mukâbele dinlemeye gelirlerdi. “Mukâbele dinleyen çocukların daha sâkin ve hırçınlıktan âzâde olacağını” söylerdi büyüklerimiz. Sessiz ve sükûnetle dinlenilen mukâbeleler, gönüllerin inşirahına (açılıp ferahlamasına) sebep olup, hanımlar, sanki daha bir nurlanarak, gönülleri daha bir huzur dolarak evlerine dönerlerdi. Huşû ile kılınan beş vakit namazlar, Ramazan ayına özel, daha fazla ibadet etmek gayesiyle çekilen tesbihler, bir de evde tek başına okunan hatimler… Evlerden sokaklara taşan Kur’ân nûru, sokaklara da huzur ve sükûnet verirdi.

Ramazan ayının, okulların tatiline denk gelmesi, en büyük nîmetti biz çocuklar ve anneler için… Sahurdan sonra, sabah namazına kadar bekleyip namaz kılıp yatan çocuklar, ertesi gün kuşluktan önce kalkamazlar çünkü… Oruç tutmanın en sevdiğim tarafı, uzun günlerin sofra ile uğraşmadan, yemekle vakit öldürülmeden geçirilmesidir. Ne kadar çok sokakta oynamak istesek de Ramazan’da pek bir randımanımız olmazdı. On sekiz saat boyunca dikkatlice kullanılması gerekli olan enerjimizi, öylesine sokak koşuşturmalarına harcayamazdık doğrusu… Daha ağır, daha vakur olurduk, Ramazan günlerinde...

  Açlık, çok hoş bir şeydi, değerli bir tecrübe idi, bizim için... Bütün yemekler, diğer günlerden daha çok, mis gibi kokardı. Oruç tutmadığımız zaman çocuk hâlimizle beğenip de yemediğimiz yiyecekler, oruçken pişirilince dünyanın en güzel yiyeceği hâline gelirdi bize… Öyle kıymetlenirlerdi gözümüzde.

En zor vakitler, ikindi ile akşam arası olurdu. Öğleye kadar nasıl oluyorsa geçiriyorduk da, akşam zor ediliyordu mübârek… Çünkü anneler, babaanneler mutfaklarda, örtmelerde (avlu içinde bulunan ekmek yapılan, kelle paça temizlenen, kızartmaların ocaklarda yapıldığı, ağır yemek kokularının evin içine girmeyip de dışarıda kaldığı mutfaklar) iftar için hazırlık yaparlarken yemek kokularına çocukların katlanması pek de kolay olmazdı hani…

Misafir odamıza çekilmiştim bir keresinde, tesbih çekeyim de vakit çabuk geçsin diye… “Allâhu Ekber” bir tespih çektim bitti; “Sübhanallâh” çektim bitti; Kelime-i Tevhid, salavâtlar çektim bitti, ama vakit bitmiyor mübârek, bereketlendikçe bereketleniyor. Ortak kanaat şudur ki; Ramazan ayında bütün evlere bolluk bereket girer. Zamanda bereket, komşulukta bereket, ibâdette bereket, mutfakta, erzakta, pişirilen yemekte bereket, muhabbette bereket… Bereket üstüne bereket…

 Küçükken nedense ablamla çok kavga ederdik, ama Ramazan gelince karşılıklı gizli bir sulh îlân edilirdi. O benim ablacığım, ben de onun biricik kardeşi olurdum. Normal zamanlarda dünyanın sözünü peşi peşine sıralayan bizler; Ramazan ayında değil kavga etmek, boş konuşmazdık bile… Oruç, sadece midemize değil, dilimize de kilit vuruyordu. Ağzımızdan kötü bir söz çıkacak olsa, büyükler hemen:

“-Çok ayıp, oruçlu mübârek ağzınıza bu tür sözler yakışıyor mu? Çabuk birbirinizden özür dileyip tevbe edin. Ağzınız karardı, bakın…” derlerdi.

Ağzımız kararmasın da biz kötü konuşmayız. Oruçlu olana yakışan davranışlar vardı, yakışmayan davranışlar vardı. Kavga yok, kötü söz yok, insanlarla alay etmek yok… Kötü hiçbir şey yok. Melekleşmeye başlardık. Oruçlu çocukların yüzleri bir başka parlardı. Melekler mi okşardı, onlar mı tebrik ederdi bizi de böyle olurduk, kim bilir? Ben meleklerin bizim Ramazan’da yanımızdan ayrılmadıklarına, hep yanaklarımızı okşayıp bize duâ ettiklerine inanırdım.

Abdest dışında su ile ağzımızı çalkalamamıza izin vermezlerdi; orucunuzun ecrini kaçırmayın diye… Uyuyarak oruç tutmamıza izin verilmezdi; orucunuzu uykuya tutturmayın diye… Pişen yemekleri koklamamıza izin verilmezdi; metânetinizi kaybedip orucunuzu sakatlamayın diye… Aman Allâh’ım ne büyük bir irâde eğitimi…

“-Haydi çocuklar, dışarı çıkın da topu bekleyin. Bakalım topun atışını ilk kim haber verecek!..”

“-Tamam.” diyerek koştururduk sokağa… Mahallenin çocukları ile akşam ezânından önce orucun açılma vaktinin geldiğini haber veren, Alâaddin Tepesi’nden atılan topun sesini duymak için sokağa dökülürdük. Hele son on beş dakika… Akşam ezânına doğru topa yalvarırdık:

“-Haydi topum! Canım topum! Patlayıver, lütfen, haydi canım… Hadi ama, uzun ettin sen de!..”

Sanki her şey, o garibanın elinde imiş gibi ha bire topla cedelleşirdik. Sesler kesilir, nefesler tutulur, topun sesi duyulmaya çalışılırdı. Önce topun sesi gelir, daha bitmeden ezânlar tüm minârelerden yükselirdi. O da ne gürleyerek patlardı ama… “Güm!” Bir değil, hem de birkaç kez... Sür’atle bağırarak evlerimize koşardık.

“-Top atıldı, açın orucunuzu…”

 Allah! Allah! Ne mukaddes vakittir, iftar vakti Yâ Rabbi!.. İftar sofrasında büyükler ve çocuklar, eller semâya kalkmış duâ edilerek oruçlar açılır, dışarıdan gürül gürül minârelerden ezân sesleri gelir. Mânen tüm sokaklar yıkanır, tertemiz olurdu.

Su, tuz, hurma, herkes isteğine göre biri ile orucunu açar. Küçükler, sudan başka bir şeyle oruçlarını açmazlardı. Neredeyse 18 saate yaklaşan bir süre oruç tuttuğumuz için açlığımız unutulurdu da susuzluğumuz, doğrusu unutulacak gibi değildi. Çorbasız sofra pek olmazdı. Kayısılı, üzümlü hoşaf, serin serin ne de güzel olurdu, hem iftarda, hem sahurda... Mis gibi ekmekler, Allâh’ım ne de güzel kokarlardı. Meğer ne mübârekmişler de biz hiç fark etmemişiz. Hiç doymayacakmışız gibi otururduk sofraya da çorba ile su faslından sonra midemizde yer kalmazdı. Allah’tan, akşam namazı imdadımıza yetişirdi.

Câmilerin lambaları ışıl ışıl yanardı, yatsı ezânından bir saat önce… Pencerelerden ışıklar, tüm mahalleye yayılırdı. Ramazan’ın dışında öyle olmazlardı. Ramazan ayında avizeler de bir başka ışıldardı. Çarşı câmilerinde terâvih namazı kılmayı çok isterdik. Ama bu pek mümkün olamazdı. Mahalle câmimizde kılardık terâvih namazını. Ama babaannemlere ya da anneannemlere iftara gittiğimiz zaman Kapı Câmii, Aziziye Câmii, Şerâfeddin Câmii, Şems Tebriz Câmii, Sultan Selim Câmii… Bunlardan herhangi birinde teravih namazını kılardık.

Melekler ordusu gibi câmilere koşuşturan genç-ihtiyar; kadın-erkek; çoluk-çocuk… Erkeklerin sofrayı toplama, bulaşık yıkama dertleri olmadığı için, akşam yemeğinden hemen sonra evden çıkar, câmiye giderlerdi. Hanımlar ve kızlar ise, gruplar hâlinde birlikte câmilere giderlerdi.

Çocuklar mı? Kim tutabilir onları? Hiç kimse… Yaz kursları da devam ettiği için, mahallemizin yeni imamı ilâhiyat fakültesinde öğrenci olan çok genç bir hoca idi. Teravihte hangimiz ses yapacak olsa:

“-Eyvah!” derdik. “Hoca, hangimizin gürültü yaptığını bilecek…”

Ertesi günü hocanın huzuruna geleceğimiz için, temkini elden bırakmak istemesek de; temkin falan unutulur, yine çocukluğumuzu yapardık.

Terâvih aralarında, testi ile buz gibi su getirirdi komşularımızdan bazıları… Ne içerdik ama suyu! Kanamaz, içer, duâ ederdik. Her salavât arasında testinin başında soluğu alırdık, bütün çocuklar…

Ramazan’dan önce, Ramazan ortasında, Ramazan sonunda mahalle câmimizi temizlemek için biz de annelerimizle birlikte câmiye koşardık. Evde iş yapmamak için köşe bucak kaçan biz çocuklar, câminin avîzelerinden, camlarına kadar elimizden ne geliyorsa, bütün mahâretimizi gösterirdik. Câmiyi temizlemek çok sevaptı çünkü… Sevap neredeyse biz de oradayız o zaman…

Orucumuzu açtıktan sonra; uzun zaman aç ve susuzluğa dayanamayan biz çocuklar, ertesi günü oruç tutamayacağımıza kanaat getirir; sahura herkesten önce biz kalkardık. Teravihi uzun bulur, ama kılıp bitirdikten sonra ne çabuk bittiğini hisseder, ertesi günü yine koşarak câmiye giderdik. Çevremizden ve içimizden gelen çağrıların, biz çocukları oruç tutmaktan caydırma gücü sıfırdır, bütün zorluğuna rağmen… Çünkü her zorlukla beraber oruç ibâdetinin gönlümüzde bıraktığı huzur ve “bir daha tutalım, ertesi günü de tutalım” aşkı, zorlukları siler de geçerdi.

Hele Kadir gecesi, o, bir başka olurdu. Bir keresinde amcazâdemizin kızı Hacer’le terâvih öncesi sohbette bütün meleklerin yeryüzüne ineceğini öğrenmiştik de o gece pencere önünde sabahlamıştım. İnseler de görsem diye. Beklemekten uyuyakalınca ertesi günü, “mutlaka ben uyuyunca inmişlerdir de ben görememişimdir.” diye üzülmüştüm.

Arefe günü, hem hüzün, hem sevinç günü olurdu. Hüzün günüdür, çünkü terâvih namazı bitmiştir, son iftar yapılacak, artık sahura kalkılmayacaktır.

Sevinç günüdür, çünkü ertesi günü bayramdır ve bayramlıklar giyilecek, bayramlaşmaya çıkılacak, bol bol şeker ve tatlı yenecektir.

Esasında Ramazan ayı ve bayramlar, en çok çocuklar için özeldir. Minicik dünyalarında ne ışıklar parlar, Ramazan ayında…

Uzun günlerde oruç tutamaz çocuklarımız diye endişeye mahal yok, Rabbimiz, bizi bizden çok düşünür çünkü…

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle