Zenginlik Her Zaman Lütuf Değil

Nice mekânlar vardır, ihtişamı herkesin dikkatini celbedecek nitelikte... İnsanın imrendiği o güzel yerlere bakarken; iç geçirerek:

“–Acaba içerisinde ne tür imtihanlar yaşanıyordur?” diye düşünmeden edemiyorum.

Zira bu dünya, rahat yeri değil!.. Her birimiz bir şekilde imtihandan geçiriliyoruz. Mülk, Allâh’ındır ve bize verilen bir emânettir. Bir kere bunun şuurunda olmak lâzım. Benim zannettiğimiz, her şeyin bir hesabı var. Sahip olduklarımızı, kalbimize yerleştirmeyip Allah yolunda harcayacağız. Para ve eşyanın bir gâye olmadığını, sadece rızâ-yı ilâhîyi kazandıran birer vâsıta olduğunu unutmayacağız. Fakirleri muhtaçları gözeteceğiz; çünkü fakirler, Allah tarafından zenginlere zimmetlenmiş. Âyet-i kerîmede:

“Mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı.” (ez-Zâriyât, 19) buyruluyor.

Mal ve mülk ile şımarmayıp, nefsimizi azdırmayacağız. Zira onu bize veren Rabbimiz, dilediği zaman almasını da bilir. Elimizdekiler gurur ve kibre kapılmamıza sebep olmayacak.

Cenâb-ı Hak, Teğabün Sûresi, 15. âyetinde:

“Doğrusu çocuklarınız ve mallarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise, Allah’ın yanındadır.” buyuruyor.

Demek ki, zenginlik, iki uçlu bir bıçak gibi... Nice zenginler var ki; Rabbimizin emanet olarak verdiği malı-mülkü sahiplenerek kendisinin zannediyor.

“–Bunu ben kazandım. Kendi kabiliyetimle, hünerimle, çalışmamla, becerimle… Bunda kimsenin hakkı yoktur!..” diyor.

Hâlbuki sana o çalışma azmini, gücü, kuvveti, aklı, irâdeyi, zekâyı, sermayeyi ve çalışacak işi kim lutfetti?  Böyleleri evi, arabası, eşyası ile hava atıp; gurur ve kibre kapılır.

Hâlbuki hiç kimse diğerinden üstün değildir; üstünlük, ancak takva iledir. Bazıları hırslanıp mal biriktirme derdine düşerek, Rabbini unutur. Ne umduğuna nâil olabilir, ne de mahrum kaldığının yerini doldurabilir. Mühim olan sebeplere tevessül ederek tevekkül, teslimiyet ve kanaatle helâl olan rızkının peşinde koşmak… Harama ve şüphelilere meyletmemek… Çok olup haram karışmasındansa, az da olsa helâle kanaat etmek…

 Son nefesini verip, gözünü yumduğunda sahip olduklarının hangisini götürebilirsin? Sadece hayır ve hasenâta sarf ettiklerini… Yoksul ve garibin yüzünü güldürdüklerini… Akraba ve komşularının duâsına sebep olanlarını…

Öyle ya, kimin malını kimden esirgiyorsun! Eğer kazandığın malda, fakir ve muhtacın hakkı varsa, -ki âyet-i kerîmede de böyle buyruluyor- nasıl olur da hak sahibinin hakkını vermez, başkasının serveti ile gurur duyabilirsin!.. Cenâb-ı Hak, mallarını haksız yere elde edip bu mallarda da cimrilik yapanları şöyle uyarmaktadır:

“Ey îmân edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve rahiplerden birçoğu, insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!

(Sahip oldukları bu paralar,) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): «İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin azâbını tadın!..» ” (et-Tevbe, 34-35)

İşte bunlar, imtihanı kaybeden, dolayısıyla da Rabbimizin sevmediği zenginlerdir. Demek ki; varlıklı olmak, her insan için hayırlı olmuyor, bazen kişinin dünya ve âhiretinin kötülüğüne de sebep olabiliyor.

Öyle zenginler de vardır ki; onlara sadece gıpta edilir. Yaşayışları orta hâlli, mütevâzî insanlar gibidir. Rabbimizin lûtfettiği her nimetin hesabını düşünerek hareket ederler. Kendileri için yalnızca ihtiyaçları kadarını harcarlar. Lükse, gösterişe düşkün değillerdir. Hâl ve davranışlarıyla hep şükrederler. Bu yüzden, en yakınlarından başlayarak, nerede muhtaç varsa onlardan sorulur. Yardım ettikleri insanları, kendileri için büyük bir nîmet bilirler. Servetin esas sahibini hiç unutmadıkları için, elindekilerin geçici bir emanet olduğunun şuurundadırlar. Mallarını, Allah yoluna adamışlardır. İsrafı sevmezler; fakat cömerttirler. Onlar verdikçe Rabbimiz de:

“–Kulum sen Allah için veriyorsun, Ben de sana bol bol veririm!” buyurur. Verdiği bir tanenin yerine, yedi yüze kadar misliyle mukabele eder.

O mütevâzi zenginler, acziyetlerinin farkındadırlar; varlıkları ile övünmezler. Zenginlikleri onları kibre sürüklemez. Paranın yalnızca ceplerine girmesine müsaade ederler, kalplerine değil. İnfakta birbirleriyle yarışırlar. Böyleleri de Mevlâ’nın sevdiği zenginlerdir. Bu şekilde varlıklı olmak da Rabbimizin çok husûsî bir lûtfudur.

* * *

Diğer taraftan her mahrûmiyet, bir cezâ değildir. Bazen mahrûmiyet, başlı başına bir mükâfattır. Rabbimiz; üzerimizdeki dünya nimetlerini azalttığında bundan bizi sevmediği mânâsını çıkartmamalıyız. Eğer öyle olsaydı, hürmetine bütün mahlûkatı yarattığı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hiç fakirlik yaşamazdı. Zira Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” buyuruyor. (ez-Zuhruf, 32)

Peygamber Efendimiz –sallallahu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:

“Ey âdemoğlu! Rızkın sana her gün geliyor. Yine de mahzunsun. Her gün ömründen biraz eksiliyor, yine de sevinçli olabiliyorsun. Kendine yetecek kadar nimetler içindesin; fakat seni azdıracak olanı talep ediyorsun. Ne aza kanaat edersin, ne de çokla doyarsın.”

Bazı fakirler vardır; sırtında giyeceği bir kıyafeti, barınabileceği yeri ve yiyeceği bir kuru ekmeği olduğunda çok mutlu olup, hâline şükrederler. Devamlı rızâ hâlindedirler. Onlar Allah’tan râzı, Allah da onlardan… Ellerindeki ile yetinmesini bilen, kanaat sahibi insanlardır. Yokluk ve sıkıntılarından dolayı âcizlik ve isyana düşmezler, başlarına gelene sabrederler. Bir ihtiyaçları olduğunda; Cenâb-ı Hakk’a niyaz edip, sadece O’ndan isterler. O’nun karşısında yüzsuyu dökerler. İşte bunlar da, Allâh’ın kendisini sevdiği ve seçtiği fakir kullarıdır. Onlar sebebiyle içlerinde bulundukları topluluklara rahmet ve bereket iner. Onların duâları, karşılıksız kalmaz. Kalpleri hassastır, rakiktir. Onların bu nârin kalplerini fark etmeyenler, onlara hoyratça davranabilirler. Bu ise, Allâh’ın gazabını çekecek en büyük musîbetlerden biridir.

Bazı fakirler de; hâllerinden hiç memnun olmayıp, sürekli şikâyet ederler. Önüne gelene yokluktan bahsedip, durumlarına isyan ederler. Hâlbuki kimi kime şikâyet ediyorsun? Veren de Rabbimiz, alan da… Yiyecek ekmek bulduğu zaman şükretmek yerine, hep daha fazlasını isterler. Nankördürler. Gözleri hep başkasının içinde bulunduğu nimet ve konfordadır. Zenginleri kıskanır. Onlara imrenerek mutsuz olurlar. Mahrumiyet ve sıkıntıları, isyan ve günahlarını arttırır. Bunlar da fakirlerin şerlileridir. Rabbimiz, onların şerrinden, zengin-fakir, bütün kullarını muhafaza eylesin.

Zenginlik istenir; ama Allah yolunda harcamak için, yani hayırlı, helâl kazanç… Yaratanımız, bizi bizden daha iyi bilir.

Hak Teâlâ, Nahl Sûresi’nin 71. âyetinde:

“Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu konuda kendilerini onlara eşit kılmazlar. Durum böyle iken Allâh’ın nimetlerini inkâr mı ediyorlar.” buyuruyor.

Velhasıl fakir zengine, zengin de fakire muhtaç! Hiç kimse varlığı ile üstünlük taslayamayacağı gibi, yokluğu ile isyan edemez.

Hakiki mü’min, dünyadaki her hâlini, Allâh’a yaklaşma vesîlesi yapabilendir. Azdıran bir zenginlikten de, isyan ettiren fakirlikten de Yüceler Yücesi’ne sığınırız. O gânîdir, alîm ve hakîm…

Ey Rabbimiz! Rızkımızı en hayırlısından ver. Yolunda harcayabileceğimiz helal paralar nasip eyle! Cümlemizi Sen’den başkasına muhtaç etme… Âmin. Yâ Muîn…

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle