Ürpererek Geçtim

Ürpererek geçtim eski sevgililer mezarlığından…  Bu diyarın fâtihası nedir bilmedim.

Eski bir şehir; sokaklarında çiçek kokuları, yağmur ışıltısı. Dostların ığıl ığıl kalbe dolan sesleri. 

Eski bir oyuncak;  yanağındaki benden dolayı  “Türkân” dediğimiz oyuncak bebek. Bir kıskançlık krizine kurban gittiğini tahmin ettiğim kayıp bebeğim. Elbiseler diktiğim, misafirliklere götürdüğüm.

Eski bir dost;  evlilik kararını öfkeyle karşıladığımda “sizi utandıracağım” diyen. Uzak bir şehre giden, henüz dönmeyen...

Eski bir bahçe; yaz akşamlarında fesleğen serinliği. Çocuk şenliği bağışlayan yoksul yanıma.

Eski bir şiir, bir şarkı; enginde hüzün. Yavaş yavaş kelime kelime karanlığa gömülen batık bir gemi. Denizaltı olmasını umduğum…

Eski bir hayal; kar beyazı, gök mavisi, bahar yeşili. Güven, umut, kıymet…

Eski bir kitap; başka bir hayatı yaşar gibi içine daldığım. Gözyaşına gözyaşı, tebessümüne tebessüm kattığım. Bittikçe yeni baştan ve özledikçe tekrar tekrar okuduğum.

Eski bir anı; kuru güller gibi kıyamadan indirmişim toprağa. Okşar gibi örtmüşüm üzerini. Gözyaşlarımla sulamışım mezarını. Bir defne yaprağı dikmişim mezar taşı niyetine. Eski şehri bütünüyle gören yüksek tepeden, âşıklar tepesinden aldığım bir defne yaprağını…

Eski bir mektup; elimi yaktığı gün tüllenmiş. İlk kelimesinden son kelimesine dek, ezberlemek ne demek, ateşten duygularla kalbime kazımışım.  Sevgili diye başlayan, can diye biten…

Eski bir meşguliyet; kelebek kanadı koleksiyonu yapar gibi biriktirdiklerimi dökmüşüm  satırlara... Öyle canlı, öyle cansız. Yorgunluğumu alan can katan canıma, yoran kalbimi.

Eski bir çaba; nerede ezilen, hor görülen biri varsa o benimdi. Yarasını sarmak, ayağa kaldırmak vazifemdi. Çok yaralandım, çok yıkıldım. Yanlış anlaşılmak, hiç anlaşılmamak bahtsızlığımdı. Usulsüzlük imiş vusulsüzlüğüme neden, bilmemişim, öğreten olmamış.

Eski bir duâ; “Sana lâyık kul, peygambere lâyık ümmet, büyüklere lâyık evlat” diyemedim hiç. “Lâyık olmak” imkânı elde değildi, daha o günden belliydi bu... Kulunun zannı üzereymiş evet, fark edememişim. İblis “ümitsiz” demekmiş ve kahır rüzgârı onun tohumlarını taşırmış, gönül bahçelerine.  Ayrık otu gibi çalmış toprağımdan, suyumdan, güneşimden. Söküp atmamışım, öldürmüş.

“Çemberimde gül oya

gülmedim doya doya”

Eski bir dert; dirilmesinden en çok korktuğum. Mezarına titreyerek baktığım: Sabah namazına kalkamamak...  Müslümanca uyanmak, müslümanca dirilmenin alâmeti, çocukluğumdan bu yana.

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا

“Rabbimiz, hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma!” ‎ (Âl-i İmran, 8)‎

“tuziğ” kelimesinden ruhuma inen girdap…

Eski bir zevk; denizi seyretmek… “Ne zamana dek sûretin nakışlarını seyredip duracaksın?” dediğinden midir, Şeyh Dakûkî[1] ile tanışayım, içimden yolculuklar yapabileceğimi öğreneyim diye mi bilmem, yabancılaştı deniz, uzaklaştırıldı.

Eski bir lezzet; şehrin ışıklarına karşı kahve eşliğinde dost sohbetleri… Ne kahve, ne dost kaldı, ne de ışıkları şehrin...

Hâlâ başımın ağrılarını dindiren yalnız Sen’sin. Sen’in, alnımdan eriştiğim huzurun. Şah damarımın ötesindeki yâr!

“Dünle beraber gitti, cancağızım,

ne kadar söz varsa düne ait...”

(Hazret-i Mevlânâ)

 

[1] Bkz: http://onlinemesnevi.blogspot.com/2007/09/hikaye74.html

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle