YOKSULUN GÖNLÜ, DUMANLA DOLU ODAYA BENZER

Bir çocuk, tam da oyun çağında iken sokak kapısının önüne dikilmiş, sadece ayakuçlarına bakıyorsa, arkadaşlarının oyununa katılmıyorsa, bir sıkıntısı var demektir.

Bir genç, lisede çok kavgacı olmuşsa, ya da çok içine kapanıksa, bir sıkıntısı var demektir.

Bir kadın, ev gezmesine gitmiyor, konuşmalardan zevk almıyor, olur-olmaz ağlıyorsa, başını önüne eğmiş derin derin düşünüyorsa, bir sıkıntısı var demektir.

Bir adam, eve geliyor, ağzını bıçak açmıyor, başını önüne eğip derin derin düşünüyorsa, bir sıkıntısı var demektir.

Başını iki elinin arasına almış, merdiven basamaklarında oturan bir çocuk, aşağıda kara kara düşünürken, yukarıdaki pencereden gelen kavga sesleri… Kadın bağırıyor:

“-Bıktım, usandım iyice… Kaç gündür eve eli boş geliyorsun!. Bir de «Ne pişirdin?» diye soruyorsun! Ne getirdin ki, ne pişireyim?! Vallahi dayanacak gücüm kalmadı, canıma kıyacağım! Yeter!..”

* * *

“Ne getirdin ki ne pişireyim!” sözü, evin erkeğine söylendiği zaman, kim bilir iç dünyasında nasıl fırtınalar kopar?! Her gün evden çıkıyor, iş bulmak için dolaşıyor, çaldığı kapılar yüzüne kapanıyor… Evine dönsün mü eli boş, yoksa gece yarılarına kadar sokaklarda dolaşsın da çocuklar uyuduktan sonra mı eve gitsin? Yüzüne umutla bakan âilesine:

“-Bugün de bir şey yok!” nasıl desin?

Öğretmen, boya kalemi ister, uhu ister, elişi kâğıdı ister. Faaliyet yapılacak sınıfta, el işi dersinde… Çocuk, şimdi bunları babasına nasıl söylesin? Kara kara düşünür kapının önünde… Gönlü hoş değil ki, oynasın, eğlensin arkadaşları ile…

Kış gelir; mübârek yoksul düşmanı da değildir, ama en çok da o gelince karalar bağlar yoksullar… Ev nasıl ısınacak? Çocukların botları eskimiş, montları küçülmüş, yenisi nasıl alınacak?

Artık kadının derdi, giyim-kuşam, gün-gezme değildir; ev kirası nasıl verilecek, elektrik-su faturası nasıl ödenecek?! Her gün çocuklar yemek ister; aş nasıl kaynayacak? Yağ bitti, bulgur bitti, un yok, ocağın gazı tükendi. Son bir-iki zeytin tanesini de saklar, sabah oğluna yedirecek, okula giderken…

Yoksulluğun girdabında bir genç, kim bilir; ruhu olgun değilse evde ne isyanlar çıkaracaktır. Özellikle günümüz gençliği bu konuda çok şanssız… Çünkü günümüzün lisânı, sahip olanlardan yana… Sahip olmanın, kişiyi “insan yaptığı” zannedilen bir dünyada, babasına hangi gözle bakar o genç?! Hiçbir şeye sahip olamamış bir baba, evladının gözünde kim bilir kaç kuruş eder? Adamlığın, makam ile, ev ile, mevki ile, araba ile, yazlık ile, kışlık ile bir tutulduğu toplumda, insanların, birbirinin değerini, sahip oldukları ile kıyasladıkları bir dünyada, “adam olma”nın nasıl bir şey olduğu, çocuklara nasıl anlatılır? Kürk sahiplerinin başköşeye oturtulduğu, gönlü zenginlerin îtibar görmediği dünyada, gençler gönül zenginliğine heves eder mi? Onlar:

“-Hemen zengin olalım, çalalım çırpalım, köşeyi dönelim, fazilet de nedir ki?” diye düşünmezler mi?

Bugün yoksulluk utanç verici bir şey olarak algılanıyorsa, toplumların çarpık anlayışlarının tesiri yok mudur? Toplum, bu değersizliği, hangi güzel değerleri satarak aldı acaba?

“Parası olmayanın dostu olmaz!..” dediydi annem… Para ve dostluk, bu nasıl bir alâka… Bu nasıl bir bakış tarzıydı? Bu kanaati, toplumun beynine kimler yerleştirmiş?

“-Nice elbiseler gördüm içinde insan yoktu, nice insanlar gördüm giyecek elbisesi yoktu.” diyen Hazret-i Mevlânâ, bu sözü, bugün söylese herhalde gülerlerdi. Ama o sözün söylendiği zamanda itibar elbiseye olmadığı için rahatça söyleyivermişti besbelli...

 Hikmeti nedir bilinmez, çocukluğumda babası işsiz, yoksul arkadaşlarımın, evde kavgacı, isyankâr olduklarına hiç şâhit olmadım. Onlar gayet içli olurlar, kendilerinden önce ana-babalarını düşünürlerdi. Yazın simit satan, su satan, esnafın yanında çalışan çok arkadaşımı görürdüm. Utanmazlardı; arkadaşlarından birisi kantinden bir şey alacak olsa, onun yanından uzaklaşırlar, bakışları ile aç olduklarını hissettirmezlerdi. Onların dertleri diğerlerininkinden daha derin… Öğretmen:

“-Test kitabı alınacak.” demiş.

Kaç lira acaba? Şimdi bu, bizimkilere nasıl söylenir? Çocukluğumda zaten çocuklar yaz tatillerinde babalarının dükkânlarının yakınındaki câmilerde Kur’ân öğrenirler; ders bitince de dükkâna yardıma koşarlardı. Şimdi sanayî sitelerine nasıl gidip gelsinler, babalarının parayı nasıl kazandığını nasıl öğrensinler?

Gençler ve çocuklar, en çok da yoksulluk derdi ile evde artan kavgaların, ipi kopunca tespih tanelerinin etrafa süratle dağılması gibi, âilelerini darma-dağınık edeceğinden korkarlar. Evin hanımı, eve eşi, eli dolu gelince neşeli olur, ama işler ters gidip de eli boş gelmeler başlayınca bütün neşesi kaçar, huzuru kaybolur. O da korkar, tespihin tanelerinin ip kopunca parçalanıp dağılmasından…

Yaşı genç olduğu hâlde yüzü kırışmış, elli yaşında gibi görünen nice gençler gördüm. Yokluk onları vaktinden erken ihtiyarlatmış. Önce karamsarlıktan, endişelerden alınlarının ortası kırışır, sonra derin derin düşünceye dalmaktan gözlerini kısarak düşünmekten, gözlerinin etrafı… Yokluk, çabuk ihtiyarlatır adamı… Yokluk, dişleri de çabuk çürütür. “Duvarı nem; insanı gam öldürür.” derler ya, doğru söylerler. Derin derin düşünceler, alnı kırıştırır, yüzü çökertir. Duman ki ne duman; yangın ki ne yangın… Şimdi bu yangını kim söndürsün?

* * *

Babalar, kazançlarını âilelerine harcamaktan zevk alırlar. Çocuklarına ayakkabı aldıklarında, evin ihtiyaçlarını karşıladıklarında, faturaları yatırdıklarında, eşlerinin istediği yüzüğü alıverdiklerinde çok mutlu olurlar. Onlar eve harcamayı, âilelerini mutlu etmeyi severler. Ya bir de her şey tersine dönmüşse, hiçbir ihtiyacı karşılayamıyorlarsa ne olur? Âh! Ne hikmetse, para kazanamayan erkekler, kendilerine güvenlerini de kaybederler. Kaybolan güven, sorulacak soruları baştan kapatmak için kişiyi sinirli yapar. Az gülünür, çok bağırılır.

Kadın da aynı olur. Çocuklar ise, sessiz… Tespih tanelerinin dağılması korkusu ile sessiz.

Yıllar evvel, vazife yaptığım şehirde, işsiz kalan bir adam, evine hiçbir şey götüremiyordu da beş çocuğunu Çocuk Esirgeme Kurumu’na vermek zorunda kalmıştı. O günü hiç unutamam. Çocukların gözyaşlarını, adamın çaresizliğini…

“-Oğlum, sıcak çorba içersiniz. Derslerinizi rahat yaparsınız. Kaleminizi, defterinizi ben alamıyorum, üşümezsiniz. Bak, bizim evde soba yanmıyor, elektrikler kesik… Burada her yer ışıl ışıl…”

Çocuklar ağlaşır, her birinden aynı ses:

“-İstemem! İstemem! Bırakma beni burada, kalmak istemiyorum… Lütfen, söz veriyorum, senden hiçbir şey istemeyeceğim. Söz veriyorum lütfen…”

Anne, gelememişti bile, çocuklarının o hâline dayanamazdı mutlaka…

O gün sordum adama:

“-Kardeşlerin, akrabaların yok mu?”

“-Var.”

“-Sana yardımcı olamazlar mı?”

“-Kimin umurundayım ki? Tırnağı olan başını kaşır.”

* * *

“Sıla-i rahim” diyor Cenâb-ı Hak… “Akrabalık bağını koparanla, bağımı koparırım.” diyor Cenâb-ı Hak. Sen nasıl olur da aç, bîilaç, kardeşinin açlığına râzı olursun da ekmeğini bölüp paylaşmazsın. Bilmez misin ki; kardeşin muhtaçken yediğin ekmek sana haramdır. Teyzeler, dayılar, amcalar, halalar nerede? Babaanneler, dedeler, nineler nerde? Nasıl hesap verecekler Yüce Rabbe?!

Adam, karısını da baba evine gönderecek. Eşi, kabul etmedi.

“-Ölürsek birlikte ölelim, kalırsak birlikte… Bilmez misin ki, senin olmadığın yer, saray bile olsa benim cehennemimdir. İyi günde, kötü günde…”

Bunlar birbirlerini tüketmeyen eşler… Ya bir de tüketenler; eşinin elinden gelen her şeyi yaptığını bildiği hâlde âcizliğini, çaresizliğini devamlı başına kalkan kadınlar; çaresizliğini şiddetle harmanlayan erkekler… Kavga, gürültüden kendisini sokağa atıp, merdiven basamaklarında düşünen çocuklar… Ya bir de çocuklar hastalanırsa… Ya bir de ilaçlar çok pahalı ise… Açlığa, yokluğa eklenen yeni bir sıkıntı daha…

Ya konu-komşu, nerelerde? Hani nasihatler edip, sabra, duâya, namaza, Rabbe yakarışa yöneltecek güngörmüş komşular… Hani Asr Sûresi’nde, hüsran içinde olmaması için insanoğlunun yapması gerekenleri bildiren; ihtiyaçlıyı hakka ve sabra dâvet eden, durumu iyi olanı da sâlih amele, yardıma teşvik eden sûre… O sûre nesh edilmedi, yürürlükten kaldırılmadı; hükmü aynen ilk günkü gibi devam ediyor. Nerede bu komşular? Yoklar. Çünkü kimsenin kimseden haberi yok. Bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın. Nasıl yaşasın? Yılan bu, yaşadıkça seni rahat bırakır mı? Yoksulun arttığı bir ülkede, en çok da zenginler huzursuz olur? Her ân bir hırsızlık ya da gasp vak’ası ile karşılaşmamak için tedirgindirler.

Nerede mahallenin nasihatçi, güngörmüş büyükleri, nerede mahallenin zenginleri? Yoklar. Çünkü zenginlerimiz sitelerde oturur. “Mardin tüfek, pas mı tutar” türküsü geliverdi aklıma…

“Yemen yolu çukurdandır.

Karavana bakırdandır

Zenginimiz bedel verir

Askerimiz fakirdendir”

Fetvâda soruyordu bir hanım:

“-Hocam, bizim sitede kurban eti verecek kimse yok, kurban kesmesem olur mu?”

Oturulmuş zenginlerle dolu sitelerin içine, çevrilmiş sitenin etrafı dikenli tellerle, güvenlik de girişte… Fakirden-fukaradan nasıl haberi olsun? Etrafını zengin görür, bir de yemin eder:

“-Vallahi hocam, zekât verecek kimse bulamıyorum!”

Tabiî bulunmaz!. Fakirlerin semti ile, zenginlerin semti artık, aralarında onlarca kilometre mesafeler olan yerlerde… Mahallemiz ya çok zengin, ya çok fakir… Kim, kimin elinden tutsun, nasıl tutsun? Görmüyor ki, tutsun? Evinden çıkınca çorapsız çocukları, montsuz çocukları, görmüyor ki tutsun…

“-Çorap örmeyi, dikiş dikmeyi, turşu kurmayı, reçel yapmayı, ekmek yapmayı, yufka açmayı, eşinin gömleğinin eskimiş yakasını söküp ters çevirebilecek bir kadın!..” derdi çocukluğumun nineleri…

Kızlarımıza evlendirmeden, zor güne dayanma dersleri verilmeli… Her istediklerini elde eden günümüz gençliği, işler ufacık ters gitmeye görsün, bunalıma girip, hemen ölümü düşünüveriyorlar. Evlâdını düşünen, onu zor günler için de eğitir.

“-Bugün sirke ekmek yiyoruz.” demişti, evini ziyarete gittiğim bir arkadaşım…

“-Ne sirke ekmeği, bu kadar cimri olma!” dedim de:

“-Cimrilik değil!” demişti; “Sirke ekmeğe de alışsınlar, hem sünnet…”

Çorabının tabanını yamamış, kızına vermiş. Kızı, küplere binmiş:

“-Ben bununla okula nasıl giderim?”

“-Niye, okulda çoraplarınızı mı çıkarıyorsunuz?”

“-Hayır, ben onların yamalı olduğunu biliyorum ya, kendimi aşağılanmış hissederim.”

Aşağılanmak nasıl bir şey ki, çorap yamanınca hemen başımıza üşüşüyor.

İnsan hamallığı sever mi? Severmiş… Otogarda, yükü ağır, eşyası çok olanlara:

“-Taşıyalım mı abla?” diye soran bir hamal, kimse eşyasını taşıtmayınca köşeye çekilip hüngür hüngür ağlamıştı. Sinirleri o kadar çok gerilmiş ki… Hayretler içinde kalmıştım. Elinde ipi ile öylece çaresiz ağlamıştı köşede…

“Yoksul kimsenin gönlü, dumandan göz gözü görmeyen odaya benzer. Sen o odada bir pencere aç ki, içeriye hava girsin, içerinin de dumanı dağılsın.” demiş Hazret-i Mevlânâ… İnsan olmak, kendinden gayrinin derdini, kendi derdi imiş gibi görmekle başlıyor. “Ne bilsin, tok, açın hâlini?!” diyorsak; vah, o toklara! Vah, o doymuşlara!

Adamcağız soruyor fetva nöbetinde:

“-Kimseden borç bulamadım, iflas etmek üzereyim, çeklerim karşılıksız olduğu için bankadan kredi de alamıyorum, borçlarımı ödeyemiyorum, tefeciden para alabilir miyim?”

“-Kardeşim, senin annen, baban, kardeşin, yok mu?”

“-Var, ama kimse borç vermiyor!”

“-Annenin altınları yok mu? Anadolu kadını «kefen parası» diye mutlaka para saklar, öldükten sonra hayır-hasenât olarak dağıtılsın diye mutlaka biriktirdiği vardır. Senin annenin yok mu?”

“-Söyletme şimdi dertli gönlümü hocam. Var, ama vermiyor, «Evlat! Dünyanın binbir türlü hâli var!..» diyor.”

Aklım almıyor yine:

“-Evladım aç; kefenim olsa ne, olmasa ne? Nasılsa ben öldükten sonra bir kefen bulunur.”

Müslümanlığımıza toz kondurmayız, ama borç para isteyen biri olmaya görsün:

“-Vallahi yok!”

Mazeretleri de var:

“-Alan borcunu ödemiyor, biz de çaresiz yalana başvuruyoruz…”

O adamı bizim kapımıza getiren Cenâb-ı Hak, mutlaka o parayı bizden çıkaracak demektir. Olur-olmaza gideceğine, bir kişinin derdini görse daha iyi olmaz mı? Gelinler çıkarıverse bileziklerini, bu adam tefeciye gider mi?

Bu sözleri, “es-Semî” ismi ile işiten, “el-Habîr” ismi ile haberdâr olan, “el-Alîm” ismi ile bilen bir Mevlâmız var. Cenâb-ı Hak, “el-Muhsî” ismi ile her şeyi, yeri gelince karşımıza çıkarmak için tek tek sayıyor.

“O gün, kardeş, kardeşinden kaçacak…” âyetini okudukça korkudan tir tir titriyorum; nereye kaçacağız, o gün kaçmak mümkün mü?!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle